Adaletin peşinde 14 yıl: Hrant Dink davası
Gazeteci Hrant Dink, öldürülmesinin 14'üncü yıldönümünde anılıyor fakat binbir zorlukla ilerleyen yasal süreç, gerçek azmettiricileri hakim önüne çıkarmaktan uzak. Dink ailesinin avukatı Hakan Bakırcıoğlu, Dink'in öldürülmesine giden süreçte yaşananları ve 14 yıllık adalet mücadelesini anlattı.
Neşe İdil
DUVAR - Agos Gazetesi’nin kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, katledilişinin 14’üncü yıldönümünde ailesi, sevenleri, meslektaşları ve insan hakları savunucuları tarafından anılıyor. Ogün Samast tarafından 19 Ocak 2007'de Şişli'deki ofisinin önünde öldürülen Dink için halen adalet sağlanamadı.
Dink'in öldürülmesine giden süreci ve sorun yumağına dönen soruşturmayı Dink ailesinin avukatı Hakan Bakırcıoğlu anlattı. Bakırcıoğlu, cinayetin göz göre göre işlendiğini ve dava sürecinin de cinayeti tüm yönleriyle aydınlatıp failleri yargılamaya uzak bir şekilde ilerlediğini vurguluyor. İşte Bakırcıoğlu'nun ağzından sürecin kilometre taşları:
Hrant Dink’in yarattığı ve yaratacağı etkileri kırmaya yönelik ilk adımlardan biri 2002'de Şanlıurfa’da konuşmacı olarak katıldığı bir sempozyumda “Ben Türk değilim, Türkiyeliyim ve Ermeniyim” açıklamasının ardından açılan “Türklüğü aşağılama” davası oldu.
2003'te Dink’e Avusturalya’nın Sydney kentinde katılacağı bir programda silahlı bir eylem yapılacağına dair ihbar yapıldı. Bu ihbar Dışişleri Bakanlığı'nca 17 Ocak 2003'te Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı ile MİT Müsteşarlığı'na iletildi.
22 Şubat 2004'te, Dink’in, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in yetimhaneden alınmış bir Ermeni olduğuna ilişkin iddiayı içeren haberi üzerine Genelkurmay Başkanlığı Dink'e yönelik oldukça ağır ifadeler içeren bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada, Dink’in dile getirdiği iddia ‘sağlıksız’ ve ‘tehlikeli’ olarak nitelendi, kişi ve kurumlar göreve davet edildi.
Genelkurmay Başkanlığı yetkilileri MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile görüştü ve Dink ile bir görüşme yapılması istendi. Bunun üzerine Atasagun, MİT İstanbul Bölge Başkanı Hüseyin Kubilay Günay’ı arayarak talimat verdi. Günay ile İstanbul Valisi Muammer Güler, Dink ile görüşmenin İstanbul Valiliği'nde yapılmasına karar verdi. Bu görüşme ile ilgili Vali Yardımcısı Ergun Güngör, MİT İstanbul Bölge Başkanlığı Terörden Sorumlu Daire Başkanı Özel Yılmaz ve memur H. S. görevlendirildi.
23 Şubat 2004'te, Güngör Dink'i arayarak valiliğe gelmesini istedi. 24 Şubat'ta Güngör, Yılmaz ve H. S. Dink ile görüştü. Dink’in kendisine yönelik ‘had bildirme’ olarak tanımladığı bu görüşmede, Güngör Dink’e “sokaktaki adamın” tehdit oluşturduğunu beyan ederken, Yılmaz da Dink’e toplumun tepkisini üzerine çekebileceği uyarısında bulundu.
Hrant Dink’in yazdığı yazılar 25 Şubat 2004'te Mehmet Soykan ve Recep Taner isimli kişiler tarafından ayrı ayrı suç duyurularına konu edildi. Ardından da önce Türk Ortodoks Kilisesi, sonra da bir birtakım kişi ve kuruluşlarca tek tip dilekçelerle hakkında suç duyurusunda bulunuldu.
26 Şubat 2004'te Levent Temiz önderliğinde bir grup Agos önünde eylem yaptı. ‘Ya Sev Ya Terk Et’, ‘Bir Gece Ansızın Gelebiliriz’ sloganları atıldı ve Dink’in öfkelerinin hedefi olduğu söylendi. Dink bu tarihlerde ölüm tehditleri de almaya başladı.
16 Nisan 2004'te Dink ve Karin Karakaşlı hakkında “Türklüğü aşağılama” suçlaması ile iddianame düzenlendi ve yargılama başladı. Duruşmaların görüldüğü tarihlerde Dink’e yönelik eylemler yapıldı, sloganlar atıldı ve fiziki saldırı girişimleri meydana geldi. Yargılama sonucu 2005'te Dink hakkında mahkûmiyet kararı verildi. Bu karar, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun yazılarda "Türklüğü aşağılama" suçunun gerçekleşmediği ve beraat kararı verilmesi gerektiği tebliğnamesine rağmen 1 Mayıs 2006'da Yargıtay tarafından onandı.
Karar üzerine Dink, "Bu suç benim algılamamla ırkçılıktır ve ben böyle bir suç işlemedim. Bu benim alnıma sürülmek istenen kara bir lekedir” açıklamasında bulundu.
Dink, 14 Temmuz 2006'da Reuters'a verdiği söyleşide, "Elbette bu bir soykırımdır diyorum, çünkü sonuç kendisini tanımlıyor ve adını koyuyor. 4 bin yıldır bu topraklarda yaşayan halkın bu olanlar ile birlikte artık ortadan yok olduğunu görüyoruz” ifadelerini kullandı ve bu demeç Agos'ta da haberleştirildi. Bu beyan ve bu beyana dair haber nedeni ile Dink ve beraberinde Arat Dink ve Sarkis Seropyan hakkında 2006 yılının Eylül ayında “Türklüğü aşağılama” suçlamasıyla yeni bir dava açıldı.
Davaların görülen duruşmalarında adliye binası önünde Hrant Dink’e yönelik eylemler yapıldı, pankartlar açıldı, sloganlar atıldı. Adliye binası içinde ise Hrant Dink’e yönelik fiziki saldırı girişimleri yaşandı. Bu süreçte basın yayın organlarında Dink aleyhinde birçok haber yapıldı ve yazı yazıldı.
2004'ten itibaren Hrant Dink’e yönelik bir linç süreci örgütlendi ve linç, cinayetin işlendiği 19 Ocak 2007'e kadar ağırlaşarak sürdü. Hedef haline getirildiği süreçte Dink “Azınlık-Misyonerlik-Vatana ihanet” ve “Türklüğü aşağılama” suçlaması ile kurulan haksız hükümden sonra “Tescilli Türk düşmanı” gibi terimlerle anılmaya başlandı. Dink hakkında kurulan mahkumiyet hükmü elbette ki cinayeti tasarlayanlarda cinayet için uygun zemin oluştuğu algısını yaratmıştır.
2005 yılı itibari ile Orhan Pamuk, Hasan Cemal, Murat Belge, İsmet Berkan, Elif Şafak ve Aydın Engin hakkında da davalar açılmış ve bu davalarda da adliye binası içinde ve dışında olaylar yaşanmıştı. 5 Şubat 2006'da rahip Andrea Santoro Trabzon’da kilisede öldürülmüş, 17 Mayıs 2006'da Danıştay’a düzenlenen silahlı saldırı sonucu hakim Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybetmiş ve 2. Daire Başkanı Mustafa Birden ve üç üyesi de yaralanmıştı.
Dink bu koşullar altında, ülkenin sertleşen siyasal iklimini, kendine yönelik linç sürecini ve oluşan tehdidi görmüş ve bu konularla ilgili ilki 2004'te ve sonuncusu da öldürüldüğü 19 Ocak 2007 tarihinde olmak üzere bir dizi yazı kaleme aldı.
Genelkurmay Başkanlığı'nın basın açıklaması ve Agos'un önündeki eylemler sonrası kaleme aldığı 5 Mart 2004 tarihli yazısında, “Etraf taraf da telaşlanmış sağ olsunlar hafta boyunca destek ziyaretine geldiler, telefonlar açtılar, yazılar yazdılar. Kadınlar bir süredir bizim hanıma taşınmış duaya çekilmişler. Beni koruması için Tanrı’ya yalvarıyorlar. Belli ki benim için korkuyorlar. Peki ya ben? Korkmadığımı söyleyemem... Ama ülkemi bırakıp kaçacak değilim. Alışkınım zaten böyle yaşamaya. Bundan sonra biraz daha korka korka yaşarım… Hepsi bu” ifadelerini kullandı.
9 Ekim 2004'te Yeniçağ Gazetesi'nde “Ermeni’ye Bak” manşetiyle Dink hedef alınmış ve Dink de aleyhine yapılan bu haberden iki gün sonra bir yazı kaleme alarak 1918 yılında “Abdullah” adını alan ve korku içinde yaşayan Ermeni bir çocuğun hikayesini anlatmış ve kendini "Abdullah" gibi hissettiğini belirtmişti.
Öldürülmeden 2 hafta önce, yani 5 Ocak 2007'de, “Zorlu Yıla Başlarken” başlıklı bir yazı kaleme alan Dink, 2007'nin çok zor bir yıl olacağını, iç siyasetin cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimlerine kilitlenmiş olduğunu, bu nedenle gerginliğin erkenden yaşanmaya başladığını, siyaset dışı devlet merkezli güçlerin değişik kanatlardan devreye girerek gerginliği kışkırtmalarının kuvvetle muhtemel olduğunu, bazı derinliklerin, gizlenmiş zihniyetlerin tekrar gün yüzüne çıkıp cirit atacaklarını, Ermeni sorununun içeride ve dışarıda tüm sertliği ile gündeme oturduğunu, bu sorun üzerine sergilediği duruş ve söylemler nedeni ile haklarında yeniden yargılamalar yapılacağını belirtti.
Dink, ödürülmeden bir hafta önce, 12 Ocak 2007'de, “Niçin Hedef Seçildim” başlıklı yazısında Genelkurmay Başkanlığı'nın 21 Şubat 2004 tarihli basın açıklamasını, bu açıklamanın ardından İstanbul Valiliği'ne çağrılmasını ve yapılan görüşmeyi, Agos Gazetesi önünde yapılan eylemleri ve bu süreçlerde hissettiklerini anlatmış ve "artık hedefte" olduğunu söylemişti: “Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”
Bu sürecin sonucunda Hrant Dink 19 Ocak 2007'de Agos Gazetesi önünde öldürüldü. Dink’e yönelik 2004'te başlayan, süreç içerisinde ağırlaşan saldırı ve tehditlerle ilgili devletin tüm birimleri bilgi sahibiydi.
Vali Muammer Güler, Dink hakkında açılan davalarda yaşananların bilindiğini ve Dink’in tehditler aldığını, İl Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da Dink’e yönelik eylemler yapıldığını ve Ermeni toplumuna yönelik tehditlerin olduğunu, bu hususların güvenlik ve istihbarat birimlerinin katıldığı toplantılarda konuşulduğunu ve değerlendirildiğini beyan etmişti.
Soruşturma ve davalarda ‘şüpheli’ ‘sanık’ veya ‘tanık’ olarak ifadeleri alınan devlet görevlileri, Dink’e yönelik “bir tehdit atmosferinin olduğunu" ve Dink’in “potansiyel hedefler arasında” bulunduğunu beyan etti. Cinayet sonrası yapılan soruşturma, devlet görevlilerinin Dink’in öldürüleceğine dair somut bilgiye sahip olduklarını da açığa çıkardı.
Cinayete yönelik örgütlenmenin gerçekleştiği Trabzon’da İl Emniyet Müdürlüğü ile İl Jandarma Komutanlığı görevlilerinin ve cinayetin gerçekleştiği İstanbul’da İl Emniyet Müdürlüğü görevlilerinin ve Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü görevlilerinin cinayete yönelik tasarı ile ilgili bilgilerinin olduğu belgeleri ile açığa çıktı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı cinayetin gerçekleştiği tarihten 10 yıl sonra, 10 Mayıs 2017'de, Trabzon İl Jandarma Komutanlığı görevlilerinin cinayetin işleneceği bilgisine sahip oldukları ve cinayetin işlenmesinin önüne geçmedikleri iddiasının yanı sıra Trabzon İl Jandarma Komutanlığı ile İstanbul İl Jandarma Komutanlığı görevlilerinin cinayet için organize oldukları iddiası ile iddianamede düzenledi.
Dink cinayeti tasarısı ile ilgili Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü ile Trabzon İl Jandarma Komutanlığı görevlileri tarafından düzenlenen iki belge cinayete dair soruşturma ve yargılamada büyük önem taşıdı. Bu belgelerden Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü tarafından düzenlenen, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ile Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı'na cinayetin gerçekleştiği tarihten 11 ay önce, 17 Şubat 2006'da gönderilen yazıda; 2004'te bombalı saldırı eylemi düzenleyen, bir süre cezaevinde yatan, radikal fikirleri bulunan, Ermenilere karşı büyük bir kin besleyen ve İstanbul’da eylem yapmaya karar veren Yasin Hayal’in, eylem kararını somutlaştırdığı ve Dink’e yönelik eylem yapmayı tasarladığı bilgileri yer aldı. Trabzon İl Jandarma Komutanlığı'nca düzenlenen belgede ise cinayeti Hayal’in organize ettiği, İstanbul’da keşif yaptığı, kroki hazırladığı, cinayet için el yapımı bir silah temin ettiği ve cinayeti Ogün Samast’ın işlediği bilgileri bulunuyordu.
Dink’e yönelik 2004 yılı itibari ile başlayan ve zaman içerisinde ağırlaşan tehdit atmosferi bulunmasına ve bu tehdit atmosferinin yanı sıra Dink’in öldürüleceğine dair somut bilgi-istihbarat olmasına rağmen, devlet görevlileri tarafından koruma tedbirleri alınmamış, cinayeti tasarlayan örgüte operasyon yapılamamış ve Dink’in öldürülmesi olanaklı hale getirilmişti. Dink’in bir kişi veya örgüt tarafından öldürüleceği somut bilgisinin bulunmaması, salt bir tehdit atmosferinin varlığı durumunda dahi yaşamını ve fiziksel bütünlüğünü korumaya yönelik koruma tedbirleri alınması zorunluluğu bulunmasına rağmen bu yapılmadı.
Soruşturma ve incelemelerde Dink’in öldürüleceğinin devlet görevlileri tarafından bilindiği ve konuyla ilgili yazışmalar yapıldığıyla dair bilgi ve belgelere ulaşılmasına rağmen, soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2007'de devlet görevlileri hakkında iddianame düzenlenmedi. Başsavcılık, 20 Nisan 2007'de cinayette sorumluluğu bulunan, cinayete iştirak eden devlet görevlileri hakkında iddianame düzenlenmemekle beraber, yalnızca Erhan Tuncel, Yasin Hayal, Ogün Samast’ın aralarında bulunduğu 18 kişi hakkında iddianame düzenledi. Sonraki tarihlerde ise ek iddianamelerle birlikte hakkında iddianame düzenlenen kişi sayısı 20 oldu.
Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ise Trabzon İl Jandarma Komutanlığı'nın 8 görevlisi hakkında Dink cinayeti soruşturması kapsamında 2007 ve 2008'de iddianameler düzenlendi, fakat görevlilere yalnızca ‘görevi İhmal’ suçlaması yöneltildi.
İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü, Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı ile İstanbul Valilik görevlilerinin cinayette açık sorumluluklarının bulunmasına, Dink’e yönelik tehdit atmosferi ve/veya Dink’in öldürüleceği bilgilerine sahip olmalarına rağmen cinayet tasarısını engellememeleri ve Dink’in korunmasına yönelik tedbirleri almamaları nedeniyle 2007'de iddianameler düzenlenmesi ve yargılanmaya başlanmaları gerekirken, bu iddianameler düzenlenmedi ve devlet görevlilerinin yargılanmamalarına yönelik bariyerler oluşturuldu.
Dink cinayetiyle ilgili Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından 10 Ekim 2008'de ve Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu tarafından 2 Şubat 2012'de düzenlenen raporlarda devlet görevlilerinin cinayetteki sorumluluklarına dair kapsamlı değerlendirmeler yapıldı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 14 Eylül 2010 tarihli kararında resmi makamların Dink’in ölümcül bir saldırıya maruz kalma ihtimalinin yüksek olduğunu bildiklerini ya da bilebilecek durumda olduklarını, somut koşullara bakıldığında Dink’e yönelik tehlikenin açık ve yakın bir tehlike olduğunu, cinayetin işlenmesini önlemekle yükümlü olan makamların ayrı ayrı ya da koordineli bir biçimde planlanmasından ve yakında işleneceğinden haberdar olmalarına rağmen cinayetin engellenmesi amacı ile harekete geçmedikleri ve cinayette sorumluluğu olan görevliler hakkında etkin bir soruşturma da yapılmadığı, bu nedenlerle de yaşama hakkının ihlal edildiği sonucuna vardı.
Başbakanlık Teftiş Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu raporlarına ve AİHM kararına rağmen uzun yıllar Dink cinayetine iştirak eden devlet görevlilerinin soruşturulmaları ve yargılanmaları olanaklı olmadı ve buna yönelik oluşturulan direnç kırılmadı.
2007'den itibaren müdahil taraf olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na bir yandan çok sayıda suç duyurusunda bulunduk, bir yandan da soruşturmanın genişletilmesine yönelik taleplerimiz oldu.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın ve İstanbul Bölge İdare Mahkemesi'nin ‘kovuşturmasızlık’ ve ‘soruşturma izni verilmemesi’ kararlarına itiraz ve başvurular sonucu Bakırköy Sekizinci Ağır Ceza Mahkemesi 21 Mayıs 2014'te, Anayasa Mahkemesi ise 17 Temmuz 2014'te devlet görevlileri hakkında Dink cinayeti nedeni ile etkili soruşturma yapılması ve iddianame düzenlenmesine yönelik kararlar oluşturdu. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu 3'üncü Dairesi de 1 Temmuz 2014'te devlet görevlilerinin Dink cinayeti nedeniyle soruşturulmaları gerektiğini belirtti. Bu kararlar sonrasında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından devlet görevlileri hakkında soruşturma başlatıldı ve devlet görevlilerinin şüpheli sıfatı ile ifadeleri alınmaya başlandı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ilk olarak 4 Aralık 2015'te ve ikinci olarak 10 Mayıs 2017'te ağırlığı Trabzon İl Jandarma Komutanlığı, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı, Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü, İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı, Samsun İl Emniyet Müdürlüğü ile Samsun İl Jandarma Komutanlığı görevlisi olmak üzere 77 kişi hakkında iddianame düzenlendi ve 2016'da İstanbul 14'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılama başladı.
Başsavcılığın cinayetin gerçekleşmesinden uzun yıllar sonra da olsa cinayette sorumluluğu olan devlet görevlileri hakkında iddianame düzenlemiş olması elbette önemli bir adım oldu. Fakat başsavcılık, cinayete giden süreçte yaşananlar ve Hrant Dink’e yönelik linç sürecini örgütleyenler hakkında etkili bir soruşturma yürütmedi ve cinayete giden süreçte yer alan kişilerin cinayetle bağlarını açığa çıkarmaya yönelik soruşturmayı derinleştirmedi. Oysa ki cinayete giden süreçte yaşananlarla cinayet arasında doğrudan bir bağ bulunuyordu. Şüpheli sıfatı ile ifadeleri alınan Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ile Oktay Yıldırım hakkında kovuşturmasızlık kararı oluşturuldu.
Cinayette sorumluluğu olan veya sorumluluğu tartışılan kurumların vermiş oldukları yanıtlarla yetinildi ve kurum arşivlerinde inceleme yapılmadı. Cinayette sorumluluğu olan devlet görevlilerinin bir kısmı, hatta önemli bir bölümü, cinayete dair soruşturmanın yürütümünde görev aldı, soruşturma ve dava dosyalarına bilgi ve belge gönderdi ve beyanlarda bulundu.
Cinayette sorumluluğu olan İstanbul Valilik görevlileri ile İstanbul ve Trabzon MİT Bölge Başkanlığı görevlilerini soruşturulmadı. Yalnızca 2004'te İstanbul Valiliği'nde Dink ile görüşmeye katılan vali yardımcısı Güngör ile MİT İstanbul Bölge Başkanlığı görevlisi Özel Yılmaz’ın şüpheli sıfatı ile ifadeleri alındı ve haklarında ‘kovuşturmasızlık’ kararı oluşturuldu.
Cinayette sorumluluğu bulunan İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü ile Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bir kısım görevlisi hakkında iddianame düzenlenmedi. Elbette en önemlisi de, somut olarak cinayetin kim veya kimler tarafından ve hangi süreçlerden geçirilerek karara bağlandığı açığa çıkarılamadı.
Başsavcılığın kovuşturmasızlık kararına yönelik itirazımız Sulh Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. Anayasa Mahkemesi ise 2019'da bu konularla ilgili yapmış olduğumuz başvurumuzda ihlal kararı oluşturmadı.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturmanın yürütülme biçimi ve oluşturan kovuşturmasızlık kararları ile davanın sınırı ve kapsamı büyük ölçüde belirlenmiş oldu ve bütünlüklü bir yargılamamın gerçekleşmesi olanağı kalmamış oldu.
İstanbul 14'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nde 2016'da başlayan dava, mahkeme başkanı ile hakimlerin değişmesi nedeni ile birkaç farklı heyet tarafından görüldü. Son değişikliğe değin mahkeme heyetleri tarafından müdahil taraf olarak taleplerimiz dikkate alınmaktayken, son değişiklikle birlikte tutum değişikliği gerçekleşti.
Mahkeme heyeti, ilk olarak, önceki mahkeme heyeti tarafından tanık olarak dinlenmesine karar verilen MİT görevlilerinin dinlenmesi kararından rücu etti. MİT görevlilerinin tanık olarak bilgilerine başvurulmasından vazgeçilmesini gerektiren bir neden olmadığını belirterek söz konusu kişilerin dinlenmesi kararına geri dönülmesini talep ettik, fakat bu talebimiz reddedildi. Duruşmada, mahkemenin MİT görevlilerinin bilgilerine başvurulmamasına yönelik aldığı kararın yargılama ile cinayetin tüm yönlerinin açığa çıkartılmasının amaçlanmadığı sonucunu doğuracağını, mahkemenin bu tutumunun müdahil taraf olarak tarafımızca da bu şekilde değerlendirileceğini de beyan ettik.
16 Eylül 2020'deki duruşmada Genelkurmay Başkanlığı'na yazı yazılmasını, yazılacak yazıda 22 Şubat 2004 tarihli basın açıklaması yapılmasının neden ve nasıl karara bağlandığının, bu yazı ile ne amaçlandığının, MİT Müsteşarının Genelkurmay Başkanlığı'ndan kim tarafından arandığının, Dink ile görüşülmesinin neden istendiğinin ve görüşmede ne amaçlandığının sorulmasını talep ettik, ancak bu talebimiz de mahkeme heyeti tarafından reddedildi. Yine 16 Eylül'deki duruşmada Dink cinayeti tasarısı ve Yasin Hayal’in faaliyetleri ile Mc Donalds eylemiyle ilgili bilgisi olan 6 kişinin tanık olarak bilgilerine başvurulmasını talep ettik ve bu talebimiz de diğer taleplerimiz gibi reddedildi.
Kovuşturmanın genişletilmesine yönelik taleplerimizi reddeden mahkeme heyeti tarafından dava dosyası esas hakkındaki mütalaasını hazırlamak üzere cumhuriyet savcısına tevdi edildi. Bu kararıyla mahkeme, delil toplama sürecini sonlandırdığını ve dava dosyasındaki delil durumuna göre karar oluşturacağını ortaya koydu.
Savcı 14 Aralık 2020'de dava dosyasına esas hakkındaki mütalaasını sundu.
Başsavcılık tarafından cinayetin önemli birkaç boyutuna dair etkili soruşturma yapılmadı ve düzenlenen iddianameler de bütünlüklü bir yargılamayı olanaklı hale getirmedi.
İstanbul 14'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nin son heyeti tarafından Dink cinayeti yargılamasının sınırlarının ve kapsamının belirlenmesine yönelik bir tutum alındı ve mahkeme, cinayeti bir bütün olarak, tüm yönleri ile tartışmayacağını ve yargılamaya konu etmeyeceğini ortaya koydu.
Davanın kapsamını ve sınırlarını belirlemeye çalışan, cinayeti tüm yönleriyle yargılamaya konu etmeyeceğini ortaya koyan mahkemenin oluşturacağı kararın müdahil taraf olarak bizim için de davaya duyarlı olan toplum kesimleri için de ikna edici olmayacağını bu tarih itibari ile beyan etmekteyiz.