Adana Film Festivali’nde çarşamba gününün ilk filmi olan Murat
Düzgünoğlu imzalı “Halef”, abisinin ölümüyle sonuçlanın trajik bir
olay nedeniyle yıllardır uzak olduğu köyüne dönen bir adamın
hikayesini anlatıyor. Evet, aynı özeti bir önceki gün izlediğimiz
“Babamın Kemikleri” filmi için de kurmuştum ama memleket
erkeklerinin ‘trajik’ bir hadise yüzünden memleketten ayrılıp,
sonra bir vesile ile geçmişle hesaplaşmalarına dair hikayeler
bitmek bilmiyor. Neyse ki “Halef”, ne anlattığını bilen, yalnızca
bir geçmişle hesaplaşma hikayesi olarak kalmayıp seyirciyi ölüm
üzerine düşünmeye de iten bir yapım. Beynindeki tümör nedeniyle her
geçen gün ölüme yaklaşan Mahir babadan kalan portakal tarlalarını
satmak için köye döner. Ancak onu bir sürpriz beklemektedir. Halef
adlı bir genç Mahir’in ölen abisinin reenkarnasyonu olduğunu
söylemektedir. İşin garibi Mahir’in annesi de dâhil olmak üzere
kasabalının büyük bir kısmı bu duruma inanmaktadır. Abisinin
‘ruhu’nun geçmişten çıkıp gelmesiyle birlikte Mahir’in de hayatı
alt üst olur. Uzun yıllar boyunca geçmişin üzerini örten, meseleyi
kapattığını ve bir daha da açılmayacağını düşünen Mahir için geçmiş
ile bugün arasındaki yok sayılan mesafeyi kat etme zorunluluğu
ortaya çıkacaktır. Ölüm hakkında mistik bir evrenin çeperinde gezen
ama bilimsel şüpheyi de dışarıda bırakmayan filmde Şafak Ildız’ın
etkileyici görüntü yönetiminin dikkat çekici olduğunu; başrol
oyuncusu Muhammet Uzuner’e yapışan sessiz orta yaş erkeği (Bir
Zamanlar Anadolu’da, Taş) tiplemesinin çok tanıdık geldiğini
belirtelim.
Halef
Murat Düzgünoğlu’nun 2014 tarihli “Neden Tarkovski Olamıyorum”
filminde var olan bir sıkıntının burada da karşımıza çıktığını da
not düşmek gerekiyor. Her iki filmde de sorunlu ve sevilesi olmayan
karakterin dünyasını seyirciyle tanıştırdıktan sonra, yönetmenin
karakterle mesafe koymakta zorlandığını, karaktere kıyamadığını ve
seyirciyi de onu sevmeye davet ettiğini hissediyorsunuz. Bu da
seyircinin karakterle kurduğu ilişkiyi zedeliyor.
Günün ikinci filmi ise Tolga Karaçelik’in yönettiği
“Kelebekler”di. Film vizyona girdiğinde geniş bir yazı yazmıştık
hakkında. Bu yazının linkini
şöyle bırakarak başka bir konuya dikkat çekelim. Bu
filmden bağımsız olarak festivallerde vizyon gösteriminin üzerinden
hatırı sayılır bir süre geçmiş filmlerin de yarışmalara dahil
olmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Yalnızca Adana’da değil,
başka festivallerde, başka filmler için de karşımıza çıkan bir
durum bu.
'KAOS’UN BİLE BİR DÜZENİ VARDIR'
Kaos
Günün üçüncü filmi Semir Aslanyürek imzalı “Kaos” için ise
söylenebilecek pek bir şey yok. Çünkü ortada gerçekten bir film
yok. Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı arasındaki dönemde
Fransız işgali altındaki Güney Anadolu’da geçtiğini anladığımız
film, hava koşulları nedeniyle bir mağarada mahsur kalan üç adamın
hikayesi. Flashback’lerle onları o mağaraya getiren süreçleri
izliyoruz. Hikayeler birbirine bağlanmadığı gibi (bağlanmak zorunda
değil tabii ki) bir bütünlük oluşturmaktan o kadar uzak ki, filmin
ne anlatmak istediğini, nereye varılmaya çalışıldığını anlamak
imkansız. Müsamere gibi oyunculuklar, kostümlü 23 Nisan gösterisi
gibi ağalık düzeni ve işgal karşıtı nutuk çeken vatanperver
gençler, durmadan birbirini tekrar eden repliklerle dolu bir iki
saat geçirdik. Film boyunca salonun üçte birinin boşaldığını,
kalanların ise homurdanmayı bırakıp bir süre sonra filmdeki bazı
sahnelere gülmeye başladığını da not düşelim. Kimseye “film
çekmesin” demek hiç kimsenin haddine değil ama Semir Aslanyürek’in
son üç filmi “Yedi Avlu”, “Lal” ve “Kaos”u bir arada düşününce
seyircinin de biraz özen ve saygıyı hak ettiğini söylemeden
geçmeyelim.
SİBEL’İN İKİ YÜZÜ
Sibel
Kuşkusuz günün en çok merak edilen filmi Locarno Film
Festivali’nde açılışını yaptıktan sonra Türkiye’de ilk kez seyirci
karşısına çıkacak olan “Sibel”di. Çağla Zencirci ile Guillaume
Giovanetti’nin senaryosunu yazıp yönettiği film, sinemamıza özel
bir kadın karakter hediye ediyor. İnsanların ıslıkla iletişim
kurduğu Giresun’un Kuşköy’ünü kendisine mekan olarak seçiyor film.
Köyün muhtarı olan babası ve kız kardeşiyle birlikte yaşayan
Sibel’i diğer kadınlardan ayıran özellikleri var. Küçük yaşta
geçirdiği bir hastalık yüzünden konuşamayan ve sadece ıslıkla
iletişim kurabilen Sibel, tarladan ayrı kalan zamanda bütün gününü
ormanda köylüleri tehdit eden bir kurdu avlamak için geçiriyor.
Güçlü, tek başına hayatta kalmaya muktedir ve dik başlı ama aynı
zamanda kırılgan bir kadın Sibel. Ormanda geçirdiği bir gün kaçak
olan ve ormanda saklanan Ali ile karşılaşınca hem bildik dünyası
alt üst oluyor hem de hayatına yepyeni bir boyut katılıyor.
Sibel, geleneksel bir ortamda, çetin doğa koşulları içinde
kimseye eyvallahı olmadan da ayakta durulabileceğini ve hatta
çevresinden de (baba da dahil) genel bir kabul görülebileceğini
göstermesi açısından önemli bir karakter olarak çıkıyor karşımıza.
Damla Sönmez’in gösterişli (gösterişçi değil ama) performansına kız
kardeşi rolünde Elit İşçan ve babası rolünde Emin Gürsoy da sade
(basit değil ama) oyunlarıyla eşlik ediyorlar. Filmin bu anlamda
festivalin oyunculuk ödülleri için öne çıktığını belirtelim.
Ancak ne oluyorsa filmin bir noktasında toplumdan ‘ahlak
atakları’ gelmeye başlıyor. Filmi “Mustang” ile kıyaslayanların
dayanak noktası da bu sahneler. Öncelikle böyle bir benzetmenin
“Sibel”e haksızlık olduğunu belirtelim ama eleştirilerin de tamamen
yersiz olmadığının altını çizelim. Toplumsal ahlak ataklarını bu
kadar kör gözüm parmağına ve açıktan seyirciyi ajite edecek şekilde
kullanmak hem filmi akamete uğratıyor hem de ‘ahlakçılık’ dediğimiz
yerleşik düzeni karikatürize ediyor. Üstelik en büyük zararı da o
dakikaya kadar kurduğu karaktere veriyor. Karakter yalpalıyor,
inandırıcılığını kaybediyor. Oysa ahlakçılığın en büyü silahı,
birçok şeyi göstere göstere yapmaması, bir atmosfer işi olması,
sizi sokaklarda , tarlada taciz etmek yerine sokağa çıkamaz hale
getirmesi. Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti ikilisinin bu
kadar göstermeci ve kaba bir anlatıyı tercih etmeleri iki şeyi
getiriyor akla. İlki büyük bir sinema yanlışının içine düşmüş
olmaları ihtimali ki, bu kötü. İkincisi ise Avrupalı fonların,
festivallerin Türkiye’den böyle hikayelere, bu tür kaba ajitasyona
olan aşırı tutkularına karşı verilmiş bir taviz olması ihtimali.
Düşünmesi bile çirkin!
Festivalde bugün “Güvercin”, “İçeridekiler”, “Kardeşler” ve
“Anons” seyirciyle buluşacak. Onları da yarın
değerlendireceğiz.