Adayların gözleri ve kitlelerin özneliği
Gözümüze bakan bu kadar adayın psikolojimiz ve siyasetimiz üstünde bir maliyeti var. “Bakan-gören” adayların kuşatmasıyla kitle özneliğini evvela fikri düzeyde kaybediyor.
Onur GÜLBUDAK
Yüzlerce aday profilinin kentlerin muhtelif yerlerinden sarkan, gezinen ya da sabitlenmiş posterlerinden gözlerimizin içine doğru baktığı günlerde yaşıyoruz. Dijital makyajlarıyla çehreleri parlatılmış -aza adaylarıyla birlikte düşününce- binlerce aday bize bakıp duruyor. Bakmalar ustası (!) bu aday profil fotoğraflarının oy verme eğilimleri üstünde etkisi olmalı ki böyle bir paralel kalabalıkla yaşıyoruz. Diğer yandan posterleriyle beraber yaşadığımız bu aday toplumuna sürekli maruz kalıyor olmamızın etkilerini, maliyetini düşünmeye değer görüyorum.
Bir yere bakıyor olmamız, arka planda bize de bakıldığı bilgisiyle beraber çalışır. Bu, tersini de içerir. Yani, bize bakıldığını hissettiğimizde, bakacak bir şey ararız. Bakmak ve bakılmak bir yerden sonra içiçe geçer. Bir anlamda baktığımız yeri, başkasının bize bakıyormuş gibi olduğu bir objektife referansla arşivleriz.
Bir yere uzun süre bakmamızı sonlandıran şey, çoğu zaman, bir müddet sonra başkalarının gördüğü “şey” olduğumuzu fark etmemizdir. Başkalarının gördüğü şey olmak, hep olan şeydir, bunun için çaba sarf etmeyiz, herhangi bir tasarrufta bulunmayız. Çünkü bu, gözün kendini göremiyor olmasının kaçınılmaz bir sonucudur ve aşağıda biraz daha bahsedeceğim üzere benliğimizi ancak öteki adı verilen öznelerin bizi nasıl gördüklerine dair yansıyanlarla tasarlayabiliriz.
Bakmak, görmek, görülmek toplumsallığımızda hep kurucu-bozucu bir dinamik taşır. Bakmak güçlü ve tehdit edicidir, iktidarlar görme ve bakma kudretiyle var olur. Bakma ikili ilişkilerde de otoriteyi, hegemonyayı örgütler, yaralayıcıdır. Mesela, nazar inanışı eğitimliler arasında dahi yaygındır. Çoğumuz için hayatımızın bir döneminde göze geldiğimiz, kötü bakışların kurbanı olduğumuz iddia edildi.
Psikoloji tarihinin de parçası haline gelen iki önemli mitte Teiresias adındaki görmeyen bir kahinin imzası olması ilgi çekicidir. Kahin Teiresias, Thebai kralı Laios’a bir çocuk dünyaya getirmemesini aksi halde doğacak çocuğunun onu öldüreceğini anlatır. Ne var ki meşhur Oedipus dünyaya gelir; babasını bilmeden öldürerek ardından aslında annesi ile evlendiğini anlamasıyla gözlerini oyarak kendisini cezalandırır. Yine psikoloji tarihinin celebrity karakteri Narcissos’un öleceği de görmeyen Teiresias’ın kehanetidir. Bu önemli kahinin kör olmasının nedeni ise ilgi çekici şekilde Athena’yı çıplakken “görme”sidir. Bu görme eylemi cezalandırılmış ve Teiresias’ın görme yetisi elinden alınmış, sonrasında görmeyi bir anlamda tersten sağlayan kahinlik bahşedilmiştir. Yine, Orpheus’un sevdiğini Hades’ten kurtarabilmesi için ona bakmaması gerektiği halde bunu başaramaması ya da Medusa’nın kendisine bakanı taşa çevirmesi gibi örnekler bakmak-görmek-görülmek ilişkilerinin toplumsallığın inşasındaki yerine dair çarpıcı ipuçlarıdır.
Psikolojinin ispatlanamayan sayıltılar toplamı olduğu söylenebilir, bu sebeple sürekli ön kabullere muhtaçtır. Psikoloji tarihi içinde ise psikanalitik sayıltılar genel olarak provokatif ve dikkat çekicidir. Bu sayıltılardan bebeğin bakım veren kişinin bakışlarında kendisini gördüğü ve ancak o bakışlardan yansıyanla kendi varlığını deneyimlemeye başladığı hipotezi insanın bölünmüş benlikleri arasındaki sıkışmayı açıklamakta kışkırtıcı bir kapasite taşır. Bu argümana göre hepimiz var olmak, benliğimizi inşa etmek için “öteki”ye, ötekinin bizi görme biçimlerine ihtiyaç duyarız. Lacan ve sonrasında derinleşen bu argümana göre, bir 'ben' inşa edebilmek için kesintisiz şekilde nesne ararız ve bu yaşam boyu yeni ötekilerin ayna sistemine girmesiyle karmaşık bir döngüye girer.
Buradan bakınca biraz ilgisiz görünse de, bu noktanın seçim kampanya posterlerinden bize bakıp duran adaylarla bağlantısı var.
Zira, ötekinin bize bakması, bizi nasıl gördüğü, tüm tasarruflarımızı kapsayacak şekilde bizi çerçeveler, durdurur, yavaşlatır, yönlendirir.
Yaşamda hep bir major özne ya da olgu ile bütünleşme eğilimindeyizdir. Ama en yakın kişiye karşı dahi imajlarla, personalarla yaşarız. Bu da hakikatle hiç kapanmayacak mesafeler anlamına gelir. Bu durumda özne ile nesnesi arasındaki boşluk yeni imgeler tarafından doldurulmak zorundadır. Bölünmüş olmamızdan/ kendimiz olamamaktan kaynaklı yaşadığımız kayıp, zamanla oluşturduğumuz işlevsel personalar marifetiyle haz haline gelir. Bu yüzden hem kendi sahte benliklerimizden hem de ilişki içinde olduğumuz ötekilerin sahte benliklerinden içten içe haz alırız. Toplum, bu kadar çok adayın doğruluk iddialarının sahte olduğunu bilir ama kendiliğini hissedemediğinde, boşluğu adayların sahte benlikleri doldurur ve boşluğun aday imgeleri ile dolması gizil bir haz oluşturur.
Bilinçdışı, ötekinin gözleri ile tasarlanmış bir peyzaj alanıdır ve hiç durmadan bize bir şeyler fısıldar. Bilinçdışımızda ötekiyi temsil eden düşüncüler, ebeveynlerimizin yapısı, coğrafyamızın kaderi (!) ideolojik ve teolojik yapılarla birlikte içine doğduğumuz kültürden ileri gelir. Herhangi bir şeyin tesiri altında olmadığımızdan emin olduğumuz anda bile bilinçdışı kendi sürecini örgütler.
Örneğin politik bir sloganı, bir seçim vaadini düşünmeye başlamadan, düşünmeye başlayacağımız şeyin çoktan ötekinin söyleminde yani içimizde bir karşılığı vardır. Bu yüzden bazı adaylar, parlak profil fotoğraflarıyla gözümün içine bakıp mantıksız ya da mümkünsüz şeyleri hakikatmiş gibi anlatabilirler. Zira, bu sahte hakikati bir bilinç düzeyinde, bir de bize anlatılma şekli, anlatanın sembolik yapısı itibariyle bilinçdışında karşılarız. Toplumun büyük bölümünün bilinç düzeyinde iktidar politikalarını/performansını reddettiği, memnuniyetsizlik bildirdiği halde iktidar adaylarına oy vermesi, karar süreçlerinde bilinçdışının etkisini tartışmaya açmaktadır. İktidarlar Lacan’cı gerçeklik kavramıyla yakından ilgilidir:
Lacan’a göre gerçeklik kurgusal bir yapıdır ve arzulanan bir şeydir, bu yüzden tasarlanır. Dünyaya baktığımız pencere gerçekliğin hayatın neresine oturduğunu, başka deyişle kurguyu gösterir.
Şimdi, pencereye çıktığımızda karşımızda yüzlerce adayın bize baktığı bir sokak görüyoruz. Bu yüzlerin yanlarında yazılı sözlerle bize anlattıkları şeyler gözleriyle bize bakıyor olmaları ile bütünleniyor. Adayların bakışlarının başka yönlere çevrili olduğu nadirdir, ekseriyetle gözlerimizin içine yönelmiş durumdalar. Yukarıda anlatılanları arkamıza aldığımızda, bu sözleri bize bakmadan söylediklerinde üstümüzdeki bilinçdışı etkilerinin azalacağı iddia edilebilir. Bir yerde toplumun, kendisini ona doğru bakan gözlerle dizayn ettiği bilgisi çalışıyor olmalı.
Seçimlerde adaylar toplumun ilgisini cezbetmek isterler. Bir anlamda toplumun arzusunun nesnesi olmak isterler. Bunu binlerce keskin gözle ve muktedir bir söylemle ifade ettiklerinde durum karmaşıklaşır. Bilinçdışında kendilik kaybı yaşayan toplum da adayların arzusunun nesnesi olmak ister. Karmaşık bir aktarım-özdeşim trafiğidir bu.
Aktarım söz konusu olduğunda ise mantıksal düşünmekten, entelektüel sembolden uzaklaşırız. Ama aktarım gerçekleşmezse de, memleketin tüm sorunlarını çözeceğini ifade eden biri bizim için pek bir şey ifade etmez. Bu kişiye aktarımınız yoksa, size sunduğu muktedirlik kanıtları önemsizdir. Bu yüzden adaylar aktarımı amaçlar ve toplumun ötekisi olduklarını gözleriyle sembolize etmek isterler.
Diyeceğim, gözümüze bakan bu kadar adayın psikolojimiz ve siyasetimiz üstünde bir maliyeti var. Kitlelerin özneliği yalnızca oy vermeye hapsedilmekle sınırlandırılmıyor. “Bakan-gören” adayların kuşatmasıyla kitle özneliğini evvela fikri düzeyde kaybediyor.
Bu bakma ustası adayların ezici çoğunluğunun erkek olması ise yalnızca özne-nesne ilişkilerinde erkeğin sahip olduğu toplumsal statünün sonucu değil, bu aynı zamanda güçlü bir yeniden üretme ilişkisi. Her seçim yapısal olarak çok kapsamlı kadın karşıtı bir operasyon ve bu seçimi kazanacak olanların cinsiyet dağılımından çok önce, bilinçdışında toplumun arzu nesnesi olan aday çoğunluğunun erkek olmasından ileri geliyor. Her seçimde aktarıma girilen bu kadar erkek, patriyarkal iktidarın gevşeyen civatalarını bilinçdışında neredeyse kusursuz şekilde onarıyor.
Sosyalistler, ezilenler adına siyaset yapanlar ya da toplumcu siyasal gruplar açısından bakacak olursak, durum çok farklı görünmüyor. Toplumcular, muktedir ötekinin “bakma”sına ve bu marifetle bakılanın özneliğinin çerçevelenmesi üzerine kurulu toplumsal ilişkiler yerine kolektif özneyi harekete geçirmek amacı taşırlar ki, toplumcu-sol-sosyalist grupların kampanyalarının da arzu nesnesi aday yüzleri, bakan-gören profillerle ilerlediği söylenebilir. Bu bakan-gören öteki kalabalığının içinde başka bir yöntem bulunabilirdi, hâlâ bulunabilir.
Bu seçim sürecinin ve sonuçlarının psikoloji, bilinçdışı ve hatta psikoterapi yöntemlerinin toplumcu siyasetin propoganda tartışmalarında hakettiği yeri bulması dileğiyle.
*Psikoterapist