Seçimler yaklaştıkça iç politikada kutuplaştırıcı dile sarılmanın iktidar için bir kere daha kazanma taktiği olduğu görülüyor. Sezen Aksu, Gülşen, kadın şarkıcı, konser, festival iptalleri gibi sınırlı kelime ve isimlerle dile getirdiğimizde herkesçe anında hatırlanan toplumsal baskıların kadınlar hedef alınarak oluşturulması da iktidarın din politikasının kendisine çizdiği zorunlu istikamet. Ve bu örneklerin sayı ve doz olarak seçime kadar artarak süreceği tahminimi yazmıştım daha önce. Tanınmış kadınlar üzerinden yürütülen sözel şiddetin, hukukun sopa olarak kullanılmasına paralel olarak kadına yönelik şiddetle mücadelenin zayıflatılması yine seçim taktiklerinden.
Erkek şiddetiyle, devlet şiddetiyle kadınlar üzerinden kurulan baskılama yöntemi, dinî, ideolojik kutuplaştırma politikasının aracı. Karanlık 90’lardan 2010’a kadar, Erdoğan dindarların ve dindar politikacıların sıkıştırıldığı bu köşede oyun kurmayı sevdi ve sürdürülebilir toplumsal kutuplaşma yoluyla seçim kazanmaktan hep memnun kaldı. Ancak şimdi yeniden seçim kazanması için kutuplaştırma bilinçli bir politik seçim olmanın ötesinde bir zorunluluk, kazanmanın tek şansı olarak görülüyor ve bunu yükseltecek kuşkusuz.
2023 EGE SEÇİM OYUNLARI
Dış politikada da durum farklı değil. Özellikle Yunanistan-Türkiye ilişkisi şu an seçim oyunları olarak isimlendirilebilir. Ege, iki ülkenin seçim sürecinde hep ısınageldi. Şansa bakın ki bu yıl Ege’nin iki yakası da seçim sürecinde. Ve her iki ülkede de erken seçim ihtimali tümüyle ortadan kalkmış görünmüyor. Zamanında yapılacak olması da durumu değiştirmeyecek çünkü Türkiye 2023 Haziran'ında Yunanistan ise bir ay sonra aynı yılın Temmuz'unda genel seçimlerini gerçekleştirecek. İki ülkenin politikacıları da seçim atmosferinde diğer ülkeyle düşmanca ilişkilerin siyasi getirisine inanırlar. Yaklaşık bir yıl boyunca Ege’de sular durulmayacak ama bunun yakın bir savaşa evrilme ihtimali bence yok. Fakat her iki ülkenin iktidara yakın medyası, politikacıların söylemlerini abartarak her an savaş çıkacakmış gibi yayın yapmaktan da geri durmayacak kuşkusuz.
NATO, AB ve ABD yetkilileri Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde seçim atmosferi etkisini bilir ve mesafelerini korurlardı bu yıla kadar. Her zaman Yunanistan öncelenir ve çifte standart uygulanır ama söylemde de olsa diplomatik, tarafsız tutum görüntüsü, serinkanlı mesajlarla verilirdi. Şimdi öyle görünmüyor. Bunun sebeplerinden birisi Türkiye’nin uzun süredir diplomatik lisan yerine Kasımpaşalı ağzıyla seslenişi olmalı. Uluslararası ortamda seçilen bu hitap ve konuşma tarzı ülkemizin sözünde değer kaybı yaşattı. Sadece paramız değil aynı zamanda ciddiyetimiz ve üslupla birlikte İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıyla güvenilirliğimiz de erozyona uğradı. Çekya dönem başkanlığında AB üslubu ne kadar korunuyor, Ukrayna işgaliyle Rusya’nın Karadeniz’i savaş alanına çevirmesi Ege’yi ne kadar etkiliyor, Girit’te konuşlanan Rus S-300’leri NATO için sorun değilken Türkiye’deki Rus S-400’leri neden tehlike yaratıyor? Ve Lozan’a aykırı olarak adaların, ABD eliyle Dedeağaç’ın silahlandırılması bu yıl seçim atmosferini daha fazla mı sertleştiriyor gibi pek çok soruya verilecek cevap da önemli bu konuda. Yine de Türkiye-Yunanistan savaşı ihtimali sıfıra yakın olmalı. Kiryakos Miçotakis ve Tayyip Erdoğan sınırı bu derece aşamaz hem iç hem dış dengeler nedeniyle. Fazla iddialı konuşuyor olabilirim ama suları kaynama seviyesine yakın tutmaktan öteye geçmeyeceklerini düşünüyorum.
İÇERİDE MUHALEFETİN ERDOĞAN POLİTİKASINA TESLİMİYET HALİ
Başta yazdığım gibi vaktiyle tüm dindar partiler gibi AKP ve Erdoğan statüko tarafından bir köşeye sıkıştırılmış ve bu sıkışmışlık hali nedeniyle seçimleri kazanmıştı. Böylece Erdoğan bu köşede oyun kurmayı sevdi ve bu oyunu sürdürmeyi seçti. Zamanla o köşeyi, bir köşe olmaktan çıkarıp vatan sathına yaymayı başardı. Şimdi şahsını vatan sathı ve tüm muhalefeti vatan haini gören bir politikaya ülkeyi de kendisini de esir etmiş oldu. Sürdürmekten başka sansı olmayan bu seçim taktiğinden muhalefet kurtulmayı başarabilirdi ancak halen bu yönde bir hamle görmüyoruz.
Kemal Kılıçdaroğlu’ndan başlayalım. Cumhurbaşkanlığına adaylığını siyasi ortaklarının uzlaşması şartına bağlamayı ihmal etmeden mahcup sayılabilecek bir tavırla “hazırım” ifadesiyle açıklaması, sıkıştırıldığı köşeden sesleniş bence. Tam bir adaylık ilanı olmadığı gibi Erdoğan’a meydan okuma hiç değil. Açık konuşalım Erdoğan yıllardır her seçimde onu adaylığa zorlarken niyeti sıkıştırdığı köşede galebe etmekti. Bu seçim sürecinde de partisi ve medyasıyla birlikte aynı taktiği kullanıp seçimlerde yenebileceği bir rakip olarak gördüğü için aday olmaya zorladı. Bu taktiğin bu defa başarıya ulaşacağını sanmıyorum. Erdoğan bu defa istediğini alacak gibi görünmüyor. Seçimi kazanma şansı olmasına ve iyi bir Cumhurbaşkanlığı yapacağına güvendiğim halde Kılıçdaroğlu'nun adaylığını hatalı buluyorum. Güçlendirilmiş parlamenter sistem mutabakatı doğrultusunda liderler, ilkesel olarak adaylıktan kaçınmalı bence. Diğer taraftan seçimi kazanma şansı olsa da en büyük partide liderlik yarışıyla seçim motivasyonunun kaybedilmesi büyük bir risk. Mutabakata varılan partilerle ilişkinin bozulması, helalleşme ve sair toplumsal barış adımlarının sonlanması kaçınılmaz görünüyor bana. Çünkü Kılıçdaroğlu ve yönetim ekibinin kurduğu bu politikanın parti geneline, teşkilata ve tabana yayıldığı söylenemez. Endişelerimde yanılmıyorsam bu şartlarda seçim kazanılsa bile başarılı olunamaz ve korkarım Türk siyasetinde ifrat-tefrit döngüsü tekrar yaşanır. Demokratikleşme şansımızı bir kere daha kaçırmış oluruz. Tek kişiye çok fazla önem atfediyor gibi görünebilirim ama ülkedeki siyasi aktörlerin hepsi demokratikleşme adımlarından sorumlu elbette ancak kabul edelim ki şu anda başrol Kemal Beyde. Seçim sonrası başarısız bir yönetim sergilenerek gelenin gideni aratacağı bir ortam yaratılırsa sorumluluğun büyüğü de Kemal Beyde olacak kuşkusuz.
İyi Partinin HDP fobisi de Meral Hanımın sıkıştığı köşe anlamına geliyor. Kürt siyasetini terörize ederek tüm Türkiye siyasetini sıkışmışlık halinde bırakan Erdoğan’ın kurduğu oyuna ram olmuş bir hali var maalesef. Demokratik bir milliyetçilik iddiasıyla yola çıkan bir partinin ve liderinin “Devlet’çi” milliyetçilikten farklı ve cesurca toplumsal barış için adım atması beklenirdi. Fakat İyi Parti ve Meral Akşener, Kürt siyasetinin, HDP’nin iktidar tarafından özellikle terörle eş değer görülmesi politikasını benimsediğini giderek yükselen ve sertleşen dozda tekrarlıyor. Nasıl bir milliyetçilik anlayışı, kendi ülkesinin seçmeninden, yani milletten yüzde 13 oy almış bir partinin ve seçmeninin siyasal haklarının ihlal edilmesini kabullenebilir, bu oyuna katılabilir? Cevap basit. Demokratik, eşit yurttaşlık ilkesini ve insan haklarına dayalı sistemi değil köhnemiş resmi devlet ideolojisini önceleyen milliyetçilikte olur sadece. Ve bu milliyetçilik anlayışı Devlet’te ve partisinde varken bir de İyi Partide olmasına kimsenin ihtiyacı yok ama geçmişin siyasi aklından kurtulamadıkları görülüyor.
HDP’nin Öcalan tutkusu derken çözüm sürecinde siyasi parti olarak çok mahcup kalışlarını, sivil toplumun arkalarından ittirmesiyle çözümün aktörü haline geldiklerini hatırlatmak istiyorum. Ve bu hatırlatma ihtiyacını da Selahattin Demirtaş’ın Kobane Davası son duruşmasında dile getirdiği “çözüm için Abdullah Öcalan yetkili” ifadesi nedeniyle duydum. Çözüm siyasidir. Siyasi aktörlerle mümkündür. Hiçbir çatışmanın sonlandırılmasında çatışmanın aktörleri çözümün aktörü olamaz. Kürt kanadında bu Öcalan çözümün aktörü olamaz demektir. Devlet kanadında ise çatışma sürecinin bürokratları ile çözüm süreci yönetilemez anlamına gelir ki, bu iki kanat da tam tersini yaptığı için çözüm süreci akamete uğradı diyebiliriz. Tabii ki pek çok başka yanlış da eklemlendi bu temel faktöre. Ama hala çözüm için umutlar tükenmiş değil. Ancak HDP, Öcalan’ı muhatap alan iktidarın kendilerini terör alanına, yani bir köşeye sıkıştırdığını fark etmeden o dar alanda siyaset yapmaya çalışıyor gibi. Yine de tüm bu siyasal sorunların sorumluları arasında en az sorumlu olanlar Kürt siyasetçiler ve Selahattin Demirtaş dememiz gerekiyor.
Ezcümle kedi bile sıkıştırıldığı köşeden çıkışı bulur. Erdoğan da o çıkışı köşeyi genişleterek bulmuştu ama ülkemizin muhalefet partileri yazık ki hala çıkış yolunu bulabilmiş değil.