Adım Jîna’dır!
Nasıl ki dağlarımızın, köylerimizin, şehirlerimizin, ırmaklarımızın ismi değiştirildi ve yerine ucube isimler verildi, bugün de Jîna ismi bilinçli olarak sansürleniyor.
Bazı zamanlar boşluğun içinde dolanıp dururuz. Bu boşluğun bizi götürdüğü ilk kapı ve belki son durak: hiçliktir. Boşluklara doğru gidilen ve gelinen yol çoğu kez kişinin kendisine dönüşünü hatırlatır. Kişi kendisini hatırlar. Boşlukları doldurmak için sarf edilen çaba dibi delik bir kovayla tahliye edilen suya benziyor. Toplumun (olabilmişse) veya bireyin ortaya koyduğu cevaplar o boşluğu doldurmaya gücü yetiyor. Uzay boşluğuna düşüp, hiçliğe doğru çekilen astronot gibi bakışlarımız havada asılı duruyor. Eksik ve yarım kalmış işler gibi öylece boşlukta sallanıp duruyoruz. Bazı zamanlardır O, bazı zamanlar bizim kendimize dönmemizi ve aynayı karşımıza almamızı sağlayandır boşluk. Gözlerimizin önünde gerçekleşen çok şeyin açtığı karadeliğe doğru kıvrılıp akıyoruz.
Belki o kadar da kötü değildir o deliğin içinde hiç olmak… Hiç olmak, hiçin içinden geçmek muazzam bir iradeyi imler. Oysa hiç olmamak için yaptıklarımızın çıkarımı ve sonucudur bunca yaşadıklarımız. Suçlusun, diyordu şair. Nereye dayandıracak suçumu-zu diye beklerken bir çift gözde tüm çocukların ahını okudu. Koruyamadığımız, hesabını bile yarım ağızla sorduğumuz, çoğu zaman siyasetin, egemenlerin, patriyarkanın baskısıyla köşesine çekilen milyonlar. Bunca kötülüğe sessiz kalan ve bu sessizliği sürdürenlerin kaotik bir orkestraya bir nota olduğunu kim inkâr edebilir? Günahlarınızın affı için çocuk mezarlıklarını anıtlaştırmayın. Türkiye cinayetler ülkesine dönmedi, kılcal damarlarında bu vardı. Şimdilerde vahşetin sesi daha yüksek sesle kulaklarınıza geliyor. Aksini söyleyene kalleş diyelim mi? Yoksa iftiracı mı desek? En iyisi namert diyelim. Devlet ve devletler seri katil diyordu Demirtaş. Yürekten ve merhametten yoksun bir sistemden öteki gördüğü hatta hiç görmediği, kabul etmediğine yönelik vicdan ve ahlak beklemeyi nereye yerleştireceğiz? Camus’un Veba da söylediği ve sıkça dolaşıma sokulan; “sevgi deyince başka bir şey anlıyorum ben. Ve ölünceye kadar çocukların işkenceden geçtiği şu yaradılışı reddedeceğim.” Evet reddet edeceğiz ve çocuklarımızı koruyacağız…
Altımızda kocaman, patlamaya hazır bir bombanın hissiyle yaşıyoruz. Gerçi biz halk olarak O, altımıza bırakılan ve yok olmamız için her seferinde acımazsızca patlatılan dinamitlerden hep haberdar olduk. Sıkıştırılmış, düşük yoğunluklu savaş dalga dalga yeryüzüne yayılırken; mahallemizin, köyümüzün, meydanlarımızın ve ailelerin içine yerleştirilmiş dinamitlerin infilak etmemesi için artık elimizde bir nedenin olmayışı bizi çetin günlerin beklediğini, bize bakan gözlerden görüyoruz, satır aralarında çoğu kez not düşülüyor aslında. Eski inançlarda dünyanın bir öküzün iki boynuzu arasında durduğuna inanılırdı. Şimdi dünyamız kimyasal bombaların, dinamitlerin üstünde duruyor. Zorba bakışların altında korkuyla yaşıyorlar çocuklar, gençler. Gençlerin, kadınların metaya dönüştüğü merhametten yoksun zamanlardan geçiyoruz. Gençlerden çalınan yaşamın ruhları geride kalanları ilelebet bırakmayacaktır. Çocuklara yapılan vahşetin ahı yakamızdan düşmeyecek, düşmesin de. Tıpkı bizden kalan ahlar gibi…
Narin’in yaşadıklarının gündemden düşmemesi gerek. Aklımızdaki, yüreğimizdeki soruların cevabını alana kadar gülüşü bizim peşimizi bırakmasın, rüyalarımızı bölsün. Tıpkı Uğur Kaymazların, Ceylanların, Eneslerin, Cemilelerin peşimizi bırakmadığı gibi. Bir el sürekli Narin’in cinayetinde suyu bulandırıyor. Dikkati asıl olandan saptırmak için örgütlü bir kötülüğe şahit oluyoruz. Bir çocuk yok edildi, öldürüldü. Narin’den öncesi de vardı. Buna karşı sıkılan yumruklarımızı zamanla gevşettiğimiz sürece bu düzenin kurbanları hep çocuklar olacak. Narin’in ölümü bilerek ve istenerek magazinleşmesinin altında yine örgütlü kötülüğün duruşunu görüyoruz, yine o saklanan elin amaçlarına ulaşmasını izliyoruz. Sorduğumuz sorulara aldığımız cevaplar dedektif romanlarında okuduklarımızla aynı. Devlet politikasının ve durmadan sürdürülen şiddetin sonuçlarını yaşıyoruz. İzleyerek kendini aklayan, üzülerek kendini sıyırmaya çalışan toplumun yaşayacaklarının sadece ve sadece felaketten öteye geçmeyeceğini Narin cinayetinde bir kez daha iliklerimize kadar yaşadık.
İki sene önce Tahran’da Kürt kadını Jîna Amînî, saçı göründüğü gerekçesiyle sözüm ona “ahlak” polisi tarafından acımazsız yaşamdan koparıldı. Kadınlar ve hür yaşamın savunucuları dalga dalga meydanlarda Jîna’nın ölümünü lanetlediler. Jîna’nın saçları kadının direniş sembolüne dönüştü. Kadınlar 45 yıllık İslami rejimine karşın destansı bir mücadele içinde oldular. İslam rejimi kabul görmedi, gericilik ve yobazlık karşılık bulmadı. İnsan haklarından nasibini almamış, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren ve tüm kanlı eylemlerin arkasında kanlı dişlerini gördüğümüz acımazsız yapılanmanın sonu kadınların direnişiyle son bulacaktır. Nasıl ki Rojava’da kadınlar cani, insanlık düşmanı İşid sürüsüne diz çöktürüp, tek sıra haline dizip, dünyaya görüntüleri servis ettiyse; İran rejiminin de muhafızları ve savunucuları kadınların direnişi karşısında diz çökecektir.
Jîna, rejim için çifte tehlike arz ediyordu, hem kadındı hem de Kürt’tü. Bilinçli olarak İran rejimine muhalefet eden toplulukların bile Jîna ismini görmezden gelmesi ve özellikle Mahsa’yı kullanmaları nerede durduklarının en net görüntüsünü veriyordu bize. Direnişin sembolü olan, kadınların meydanlara akın akın indiği ve dünyanın gözlerini çevirdiği, diktiği olayların başrolünde Kürt Jîna’nın olmasından rahatsız oluşlarını yüzyıllardır sürdürülen politikaların sonucu. Hiçbir şey dün gibi değildi, sansür, oto sansür, görmezden gelip başka bir kılıf dikme pratiği bize söylediği “ne olursan ol Kürt olma”dır. Bunu Jîna protestolarında da gördük. Pankart ve dev afişlerde Jîna ismi kullanılmıyordu. Buna karşın Kürtler ısrarla Jîna ismini kullandı. Jin Jiyan Azadî, Jîna’yı yalnız başına bırakmamıştı, kadınlar da Jin Jiyan Azadî’yi sahipsiz bırakmamışlardı. İsim değiştirme yöntemini faşizm her dönem pervasızca ve saygısızca kullanıldı. Nasıl ki dağlarımızın, köylerimizin, şehirlerimizin, ırmaklarımızın ismi değiştirildi ve yerine ucube isimler verildi, bugün de Jîna ismi bilinçli olarak sansürleniyor. İkinci ölüm yıl dönümde verilen haberlere bakınca Mahsa isminin yine dolaşıma sokulduğunu gördük. Huylu huyundan vazgeçmiyordu ama Kürtler ve onların dostları da Jîna isminde ısrar ediyor. Bu ısrarımız sonsuza dek sürecek. Jîna’nın mezarı başında babası son sözünü şöyle bitiyordu, Jîna Kurdistan’dır!