Türkiye’nin siyasal rejimi kendine has özellikleriyle otoriter salınımını güçlendirerek vaziyeti tarif eden adını arıyor. Rejimin demokrasi olmadığı açık, açık ama otoriter olarak tanımlanması da yeterli değil. Otoriter tanımı çok geniş ve muğlak. Peki ama neden adı açıkça konamıyor?
Bunun iktidar açısından da muhalefet açısından da bir anlamı olmalı. İktidar için anlamını küresel siyasal dengelerle ilişkilendirerek bir nebze anlamak mümkün. Öyle kolayca Türkiye’nin siyasal rejimi “bundan böyle şudur” demek, ona bir ad koymak hiç de uygun olmayabilir. Türkiye tipi demokrasi tanımı iktidar açısından şimdilik işlevsel gibi görünüyor. Dahası iktidar açısından rejimin tarifi yönetim aygıtlarının yapısıyla, toplumsal kesimlerle kurduğu siyasal ilişkilerle, yasal şiddet tekelinin kullanım biçimiyle zaten her gün yeniden tarif edilen “pratik” bir durum aslında.
Bu nedenle rejimin adını koymak muhalefete düşüyor. Muhalefetse “en karanlık gün henüz gelmedi” şeklinde bir tutumla bu konudaki tarifsizliğini sürdürüyor. Dahası, iktidarın giderek kendi gerçekliğini tükettiğine yönelik “doğal son” iyimserliği, başta CHP olmak üzere merkez siyasal partilerin “adı konmamış rejime” muhalefet biçimlerini kuşatmış durumda. Rejimin adı konmayınca muhalefet biçiminin de adı konamıyor.
Parlamento içindeki muhalefetin tutumunu bir nevi “bulunduğumuz yeri korumak” şeklinde tanımlamak mümkün. Mümkün ama bu tutumu bir tür strateji olarak tanımlamaksa doğrusu çok anlamsız. Çünkü iktidar rejimin “pratik” ölçekte tanımını değiştirecek düzenlemeler yaptıkça, muhalefetin iktidara göre tanımladığı (durduğu) yerin de anlamını değiştiriyor. Aslında bunun en iyi örneklerinden birini geride bıraktığımız HDP operasyonunda gördük. CHP’nin ihtiyatlı açıklamaları, İYİ Parti'nin dolambaçlı sözleri, SAADET ve yeni kurulan partilerin demokrasiye olan genel inanç çağrıları dışında hâkim tutum bekleyelim görelim şeklindeki sessizlik.
Doğrusu bu yapılardan başka bir şey de beklemek de mümkün değildi. Muhalefetin siyasal konumunun iktidarın davranışlarına göre kendiliğinden biçimleneceğini varsayan ortak tutumunun doğal sonucu bu. Muhalefetin rejimin adını koyması yalnızca onunla mücadele edebilmesi açısından önemli değil. Aynı zamanda yerine konulacak rejimin niteliklerini tarif etmesi için de zorunludur. Bugün muhalefet blokunun içine düştüğü tuzak da aslında budur. Henüz sahnede AKP sonrası Türkiye’nin siyasal rejimini tarif edecek ortak bir tutum yoktur. Söz ettiğim şey kimi temel anlaşmalar ya da cumhurbaşkanı adayının kim olacağı değil elbet. Başta vatandaşlık sözleşmesinin içeriğinden çalışma haklarına, eğitimden sağlığa, kadın ve çocuk haklarına, yaşanan toplumsal ve iktisadi tahribatın nasıl toparlanacağına uzanan çok boyutlu bir yeni toplum ve rejim tanımının olup olmadığıdır asıl sorun.
AKP’yi kendi pratiğinde yok olacak bir siyasal rejim olarak görmek ve doğal sonu beklemek muhalefet açısından hiç de gerçekçi olmadığı gibi elbette yerine geçecek rejimi de tarif etmemektedir. Türkiye halkının adı konmamış rejime yine adı konmamış bir rejim için iltifat göstermesini beklemekse kuşkusuz hiç de gerçekçi bir umut değildir.
Bu sorun elbette yalnızca parlamento içi muhalefetle de sınırlı değildir. Ülkenin tüm ilerici, demokrat, devrimci toplumsal güçleri için de geçerlidir. Mevcut siyasal rejimi doğru tarif etmek ve asgari müştereklerde ortak hareket etmek. Bana göre burjuva demokrasi geleneğinde üç siyasal hat bu ortaklığın omurgasını oluşturuyor: İlki insanlığın ortak değeri kabul ettiğim “halkların kardeşliğidir.” Bu ülkede yaşayan herkes vatandaşlık sözleşmesiyle eşittir ve kardeştir. Diğerleri cumhuriyet ve seküler laik bir devlet oluşumudur. Bu üçlü dün olduğu gibi bugün de Türkiye’nin ilerici, aydın, demokrat kitleleri için “karşı pratik” anlamında meşru bir siyasal hattı tarif etmektedir. Ülkede karşı siyasete soyunan her oluşumun bu alanlara ilişkin tutumu ve ilkelerini açıkça tarif etmesi bana göre zorunluluktur. Bu üç soruya yanıt vermeyen hiçbir ortaklığın uzun ömürlü olacağını düşünemiyorum.
Elbette siyasal bir rejimin tarifi sınıfsal içeriğinden, toplumsal sınıfların rejimle kurduğu ilişkiden bağımsız da yapılamaz. Bugün Türkiye’nin adı konmamış otoriter rejiminin emekçi sınıflar üzerinde kurduğu (örgütlenmeden sözleşme haklarına, ücretlerden sosyal güvenlik alanına uzanan) baskı ve denetim mekanizmaları hepimizce malum. Ama rejimin yarattığı baskı ve belirsizlik sadece emekçi sınıfları tehdit etmiyor, burjuvazi de bu süreci kuşkuyla izliyor. Bu kuşkunun açık bir örneğini Türkiye burjuvazisinin güzide kurumu olan TÜSİAD’ın başkanı Simone Kaslowski’nin 24 Eylül 2020 tarihinde “Salgın Dönemi Dünya Ekonomisi ve Türkiye’nin Makro Dengeleri” başlıklı webinar’da yaptığı konuşmada bulmak mümkün. Bu konuşmanın çok iyi bir değerlendirmesini Gazete Duvar’da Hakkı Özdal “Sermaye, egemen siyaset ve HDP’ye darbe” başlıklı yazısında yaptı; ben konuşmanın tümüne değinmeyeceğim. Benim ilgimi çeken rejimin sermaye bloku için yarattığı kuşkularının anlamı üzerine.
Bu açıdan öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Sermaye için rejim tehdidi demokrasiden çok liberalizmin geleceği üzerine duyulan kuşkular üzerine inşa edilir. Halkın siyasal hakları ve bu hakların sınırlanma pratikleri, burjuvazinin birincil öncelikleri arasında yer almaz. Bu nedenle burjuva demokrasisi halkların demokrasi taleplerinin özü gereği karşıtıdır. İlgili okuyucu kapitalizm ve demokrasi ikileminin çelişkileri hakkında güzel bir yorumu Ellen Meiksins Wood’un “Kapitalizm Demokrasiye Karşı” çalışmasında bulabilir. Sermayenin ilk önceliği demokrasi değildir; tarihsel olarak kapitalizmden daha öncelere uzanan mülkiyet hakları üzerine temellenen “liberal” varoluş biçimidir.
Wood’un vurguladığı gibi “biçimsel” demokrasi ve demokrasinin liberalizm ile birlikte tanımlanması, kapitalizme özgü toplumsal ilişkiler bağlamında gerçekleşmiştir. Bu ilişkilerin karakteristik özelliğini ise kapitalizmde siyasi ve iktisadi alanın biçimsel olarak ayrılığı oluşturmaktadır. Kendi güç ilişkileri olan, yasal ve siyasal ayrıcalıklara bağımlı olmayan bir iktisadi alanın varlığı, liberal demokrasi düşüncesinin temelini oluşturur. Liberal demokrasi kendi biçimsel kurallarını mülkiyet ve piyasa kanunları üzerine inşa eder. Mülkiyetin ve piyasanın korunması adına yapılan her müdahale, yurttaş toplumunu ilgilendiren diğer alanlarda siyasal hakların kısıtlanması, sermaye için demokrasi adına yapılmış düzenlemelerdir.
Wood, General Pinochet’nin Şili ve dünya sermayesi için nasıl da Salvador Allende’den daha demokrat olarak ilan edildiğini hatırlatıyor. Bu türden bir “demokratik” tutum bizim sermaye gruplarına hiç de yabancı değildir. 12 Eylül faşizmine ve Kenan Evren’e Vehbi Koç’un “zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim” şeklinde özetlenebilecek methiyeleri ya da dönemin TİSK Başkanı Halit Narin'in “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” deyişi bu ülkenin belleğindedir.
12 Eylül rejimini tam tekmil kutlayan sermaye blokuyla kıyaslandığında bugün sermayenin en eski ve örgütlü fraksiyonunu temsil eden TÜSİAD neden ürküyor? Ürktüğünün ifadelerini Simone Kaslowski’nin Selin Sayek Böke’nin Fatih Ertürk ile yaptığı mülakatta kamu ihaleleriyle semiren beş müteahhitlik şirketi (Makyol, Kalyon, Cengiz İnşaat, Limak ve Kolin) için söylediği “halktan aldıklarını halka vereceğiz” şeklinde özetleyebileceğimiz sözleri üzerine yaptığı yorumda görmek mümkün.
“Son zamanlarda maalesef mülkiyet haklarını ihlal edecek türde bazı açıklamaların farklı siyasi partilerce dile getirildiğine şahit oluyoruz. (…) Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır. Haksızlıklarla mücadele edilmek isteniyorsa izlenecek yol hukuk kuralları içerisinde olmalıdır.”
Bu sözlerin Selin Sayek Böke’nin şahsında CHP’ye söylendiğini düşünüyorsanız yanılırsınız. Kızım (Selin) sana söylüyorum oğlum (haydi Berat diyelim) sen anla dercesine aslında iktidara söyleniyor. TÜSİAD giderek iktisadi alanın daraldığını, iktidarın kendine yakın sermaye gruplarıyla genel anlamda sermayenin özgürlük (mülkiyet) alanına müdahale ettiğini biliyor, izliyor. Korku krizin şiddetlenmesiyle bu müdahalenin kapsam alanının genişlemesi üzerine temelleniyor. Bu korkudan olmalı ki TÜSİAD Başkanı ekliyor:
“Piyasada adil rekabetin sağlanması, düzenleme ve denetlemenin bağımsızca ve serbest piyasa ilkeleri doğrultusunda uygulanması gerekmektedir. Kamunun son zamanlarda özel sektörün hâlihazırda aktif olduğu alanlarda ağırlığını artırması ve bu piyasalarda aynı zamanda kural koyucu olması adil rekabet ortamını bozmaktadır. Bir oyunda nasıl ki hem hakem hem de oyuncu olmak doğru değilse, kamunun da özel sektörün tabi olduğu kurallardan muaf bir şekilde aynı piyasada yer alması hakkaniyetli değildir.”
Yani TÜSİAD Başkanı'nın korkusu demokrasiden yana değil asıl olarak liberalizmden yanadır. Haklıdırlar da çünkü onların da adını koyamadıkları rejim “istenmeyen sonuçlar” yaratabilir. Kriz derinleştikçe rejim yalnızca emekçi sınıflar için değil, sermaye açısından da tehdit oluşturabilir. Bugün geldiğimiz aşamada Türkiye burjuvazisi de 12 Eylül’de olduğu gibi sermayenin genel çıkarı açısından yekpare bir bütün sergilememektedir. Sermayenin liberal kanadı için rejim sorununun merkezinde iktidarın mülkiyet hakları rejimine olan sadakati merkezi önemini korumaktadır.
Geride bıraktığımız hafta CHP Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın yandaş şirketlerin aldığı ihalelerin toplam bedelinin (bugünkü dolar kuru üzerinden 1 trilyon 117 milyar 500 milyon TL) 2020 yılı bütçesinden (1 trilyon 95 milyar 500 milyon) fazla olduğu yönündeki tespiti TÜSİAD Başkanı'nın piyasa özgürlüğünün tehdidi olarak gördüğü kuşkularını doğrulamaktadır. Buna bir de İsmail Saymaz’ın Tuncay Mollaveisoğlu’nun programında “tarikat-holding” bağları üzerine yaptığı analizi eklemek isterim. Saymaz’ın tarikatlar konusunda son derece bilgili olduğunu biliyoruz. Analizinin Türkiye’deki sermaye grupları açısından belki de en önemli tespiti tarikat liderlerinin artık bir CEO (Chief Executive Officer) olduklarıdır.
Yani liberal demokrasinin bağımsız bir alan olarak tanımladığı iktisat alanı, geçmişe kıyasla bugün çok daha iktidara bağlı ve siyasaldır. Salt bu nedenle dahi sermaye gruplarının da rejimin adını koyması kamusal olmasa da kişisel çıkarları açısından rasyoneldir…