Adnan Oktar 2012’de hangi romanın başrolündeydi?

Romanın bizatihi kurgusunun bir parçası olan “açık kaynaklardan bilgiye ulaşma” esprisi ile Uygur, romanını neredeyse apaçık Oktar mitinin yıkıcılığında kuruyordu. Bugün, 2018 yılında, her ne hikmetse seçimden sonra gerçekleşen operasyonu hararetle alkışlayanlar, dün bu romanda okuduklarımıza kulak tıkıyorlardı. Geçelim.

Mehmet Said Aydın msaydin@gazeteduvar.com.tr

İlk baskısı 2012’de yapılan bir kitaptan bahsedeceğim. Ondan önce çok az kişisel muhavere. Hadise çok taze, benim yorum yapacağım alandan çok uzakta ama ortada bir kitap var ve üstelik bu kitap, iyi bir kitap – kıymeti de sanki pek bilinmedi.

Hepimizin televizyonla alakalı tuhaf zevkleri vardır. Çok aşikâr etmeyiz, yakın çevremizle çoğu zaman şaka bahsinde geçer ama o alanla alakadar olmaya, oraya bakmaya devam ederiz. Evlilik programı izler kimimiz, kimi magazin programlarına bakar, kimi yarışma programlarının sıkı gizli takipçisidir. YouTube isimli hadiseyi de aşırı çok kanallı bir televizyon saymak eğilimindeyim. Benim bahsi geçen mecradaki takip sebatım dinî konular üzerine konuşan kimselerdir. Kuytul’undan Sifil’ine, M. Ünlü’sünden Yüksel’ine, Yıldız’ından Oktar’ına birçoğunu sanıyorum sıkı takip ettim. Kimi zaman cinai roman [ki birazdan konumuz o olacak] okurcasına, birbirlerine açık yahut örtük ithamlarını takip ettim, izlediklerim yetmeyince çoğunlukla online kaynaklardan açık erişilebilen metinlerine baktım, kavgaların aslında çok derin olduğunu anladım. Şu sıralar gözaltına alındığı için dünya âlemin, yerin göğün hakkında konuştuğu Adnan Oktar’a esas dikkatim bir cinai romanla olmuştu. “Süreyya Sami Polisiyesi” diye anons edilen, Barış Uygur tarafından telif edilmiş, tam adı Cehennem Çiftliğinden Kaçış olan bir roman. Yayıncısı İletişim, editörleri Tanıl Bora ile Levent Cantek. Girişte de söylediğim üzere, ilk baskısı 2012’de yapılmış. Ben de sanıyorum çıktığı ilk ay okumuşum.

Barış Uygur, mizah dergilerinden imzasına aşina olduğumuz bir yazar. Süreyya Sami [SS] polisiyelerinin ilki Feriköy Mezarlığı’nda Randevu idi. Cehennem Çiftliğinden Kaçış ikinci SS polisiyesi. Naçizane, hak ettiği kadar teveccüh görmediğini düşünmüştüm ilk okuduğumda. Evvela güzel kurgusu, ardından büyük cesaretiyle. Çünkü romanın omurgasını oluşturan “kaçış” hikâyesindeki “Reis Efendi”, 2012 yılında da hayatımızda olan Adnan Oktar’dan başkası gibi görünmüyordu. Romanın bizatihi kurgusunun bir parçası olan “açık kaynaklardan bilgiye ulaşma” esprisi ile Uygur, romanını neredeyse apaçık Oktar mitinin yıkıcılığında kuruyordu. Bugün, 2018 yılında, her ne hikmetse seçimden sonra gerçekleşen operasyonu hararetle alkışlayanlar, dün bu romanda okuduklarımıza kulak tıkıyorlardı. Geçelim.

Süreyya Sami, polislikten istifa etmiş, hayatla bağı hırstan uzak, denk geldikçe boya badana işi yapan ama nadir de olsa detektiflik eyleyen Zeytinburnu’nda mukim bir yalnız adamdır. “Cehennem çiftliği”, İstanbul’un Anadolu yakasının uzağında bir yerde, aşırı korunaklı, müthiş şatafatlı bir yerdir ve muvazzaf polis olan “devresi” Cemil’in kızı Zeynep, bu cehennemdedir. Polis babanın eli kolu bağlıdır, attığı bütün adımlara ket vurulmuş, yaptığı bütün hamleler yarım bırakılmıştır. Yetmezmiş gibi, bir de kendi teşkilatından insanlar tarafından takip edilmektedir. Nihayetinde çaresiz, bir akşam yemeğinde Süreyya Sami’den yardım ister.

Cemil anlatıyor: “Bunlar benim telefonlarımı dinliyorlar Süreyya. Onun için telefonda bir şey söylemedim. [... Evlerde tutulan çocuklardan] hiçbiri de çıkıp ‘Rızamız hilafına buradayız,’ demiyor. Bilakis anne babalarını reddediyorlar, düşün artık, ne yapıyor, nasıl beyin yıkıyorsa. İşin mahkemeyle oluru yok.” [s.33]

Süreyya Sami anlatıyor: “[B]ir tarikat şeyhinden çok acımasız bir mafya liderine benziyordu. 80 darbesi sonrasında hapse ve akıl hastanesine girmiş, her nasılsa bütün suçlamalardan sıyrılıp 90’larla birlikte gittikçe büyümeye başlamıştı. Reis Efendi’nin organizasyonundan nefret etmeyen ve korkmayan yok gibiydi. Ama organizasyonla uğraşmaya kalkanların, illaki seks kasetleri, gizli kamera görüntüleri ve iftira kampanyalarıyla tehdit edilmesi, herkesi Reis Efendi ve adamları konusunda genel bir suskunluğa mahkûm etmişti.” [s.49]

Bugünlerde, ana akım medyanın allandıra ballandıra, hadisenin temel motivasyonuna uymak için haberleşilmiş gibi adeta pornografik bir şehvetle anlattığı ve ne yazık ki gene ilk defa duymuş gibi yaptığı hadiseler Süreyya Sami’nin ağzından oldukça veciz, süssüz, net anlatılıyor. Biraz uzunca alıntılayacağım. Çünkü gerçek bir özet bu –yıl 2012 ve bahsi geçen metin bir roman, tekrar anımsatmak isterim:

Cehennem Çiftliğinden Kaçış, Barış Uygur, İletişim Yayınları 2012.

“Anladığım kadarıyla Reis Efendi’nin bir çocuğa çengel atması için belirli şartlar vardı. Gençler arasında etkinlik kazanmaya çalışan diğer organizasyonların aksine Mevlana gibi ‘ne olursan ol gel’ politikası izlemiyor, avını belli kıstaslara göre seçiyordu. Öncelikle yakın çevresinde barındırdığı zengin ailelerin çocukları vardı. Bu çocuklar İtalyan malı takım elbiselerle ortalıkta geziyor ve ikinci gruptakilerle birlikte örgütün vitrinini oluşturuyorlardı. İkinci grupta çok güzel kızlar ve çok güzel erkekler vardı. Bunları birer film yıldızı gibi giydirip ilk gruptakileri tavlamak ya da etki alanına almak istediği insanları yönlendirmek için kullanıyordu. Her biri mankenlik yapacak kadar güzel kızlar, diyelim örgütün tekerine çomak sokan birisine yaklaşarak baştan çıkarılıyor, onla beraberken kaydedilen gizli kamera görüntüleriyle adam tutsak ediliyordu. ‘Makine’ adı verilen bu çocuklar, örgüte destek sağlayacak kişilere ulaşmakta kullanılıyordu.” [s.65]

Bu satırlar 2010’ların başında yazıldığında, Oktar henüz müridi kadınları televizyon ekranında ergen çocukların aşikâr yemi yapmamıştı, az da olsa ağırbaşlı bir iletişim sürdürüyordu yakın gelecekte ona mürit olacağını tahayyül ettiği insanlara karşı. En sır olmayan sır zaten şuydu: Oktar, kendine mehdi dedirtiyor ve karşılık olarak estağfurullah diyordu. Mehdi olduğunu düşünmek, buna inanmak, asgari bir gelecek beklentisi yaratmış olsa gerek. Medyanın o günlerdeki halini Süreyya Sami’den dinliyoruz gene: “Otuz yıl önce bir hayli istihzayla magazin sayfalarına yaraşır bir dille ve dalga geçer havada yazılan haberlerin yerini zamanla bir sivil toplum önderinden bahseden ciddi anlatımlar almıştı. Eskiden dalga geçtikleri adam otuz yıl öncesine göre otuz kat güçlüydü ve övgüler, şüphe dile getiren yazılara göre birkaç misli artmıştı.” [s.75] SS’nin isabetle tespit ettiği bu döngü, son yıllarda gene istihza ve dalga geçer üsluba evrilmişti. Malum, medya ile moda birbirine epey benzer. İkisi de zaman zaman geçmişi özler.

Ama, her şeyin aşikâr olduğu, “bizim” dilimizde tüy bitiren konuların, yeri ve zamanı gelince hukukun konusu olması artık çok sıkıcı. Dönüp, “E biz haklıymışız,” demenin bir manası da yok. O da medya döngüsü gibi çünkü. Biz çalarız, ne oynayan var ne dinleyen. El çalar, halay başı kirvem çeker.

Tüm yazılarını göster