Kurguya kaçış, en kolay yol gibi görünse de içinde bulunmak
istemediğiniz ana en hızlısından döndürüvereni. Edebiyatın sihirli
gücü işte.
Yer kabuğunun kımıldanıverişiyle çöken binalar, yitip giden
hayatlar, hayaller... Kırılan sadece fay hatları da değil.
Milyonların nice emekle kurduğu hayatın, keskin, sert, acımasız bir
yarılmayla yön değiştirdiğini izlemenin yol açtığı kaçma arzusuna
direnemeyip kaçanlardanım ben. On binlerin ölümünü izlemenin
dayanılır yanı yok çünkü. Ya da bu benim avuntum. Kaçtım. Pek çok
sefer yaptığım gibi edebiyata sığındım yine. Ve her seferinde
yaptığı gibi beni aldı getirdi kaçmak istediğim yere mıhladı.
Ve yine geri gelişlerde, olan-biten, bitmeyen, gelen, gelmekte
olan bu kaçışlarla berraklaşır bazen. Hatta çoğu zaman verilen
yargılardan emin olmanın yolu, çeşitli yöntemlerden yararlanarak
konudan uzaklaşmayı gerekli kılar. Yazık ki bu sefer ki
uzaklaşmamın sonunda kendimi yanılmış olarak görmem mümkün olmadı.
Tehlikeli gidişin vahametine dair kaygılarımın haklılık payı
berraklaşmış olarak buldum kendimi.
On binlerin ölümü, milyonların hayatında yaşanan kırılmalar bile
iktidarın kalbini yumuşatmadı. İyi yönetemeyen, tek yönetme
beceresini toplumu düşmanlaştırmakta sergiliyorsa, ister yakından
ister uzaktan bakalım yargı değişmiyor; “Kendimizde kusur aramanın
alemi yok.”
Siyaseten ve toplumsal olarak kaygı yaratan gelişmelerden
korkmakta haklıyız. Tehlikenin depremle birlikte iyice
yakınlaştığını düşündüren olaylardan birisi Mersin’de kız öğrenci
yurdunun mülteci depremzedelere verildiği haberiydi. Kaçma
nedenimdi aynı zamanda. Hemen ardından haberin yanlışlığı anlaşılsa
da hiç gecikmeden öğrenci yurtlarının depremzedeler için
kullanılması kararı çıkıp geliverdi. Belki de haber yalan ya da
yanlış değildi, karar öncesi, nabız yoklama niteliğinde bir ön
uygulamaydı.
Nabız yoklama, iktidarın en sık başvurduğu taktik. Güçlü tepki
gelirse hemen geri adım atmayı mümkün kılacak belirsizlik ortamı
yaratma hali. Tepki zayıf olursa sürdürmeye yönelecek. Karşı çıkan
olmazsa da kapsamını genişleterek, kalıcı hale getirecek. Yıllardır
içinde yaşadığımız yönetim tarzı. Bakınız seçim erteleme
söylentisi. Bülent Arınç’ın kişisel görüşmüş gibi söylediklerinin,
Erdoğan’ın “bana bir yıl verin” çağrısından sonraya denk düşmesi,
tesadüf değil kurgulanmış bir nabız yoklama. Muhalefet zamanında
güçlü tepki verince ardından hemen suçlayıcı geri adımlar… Sanki
konuyu muhalefet açmış gibi ithamlarla suç bastırmalar filan. Yavuz
hırsızlık hali.
Başörtüsü kılıflı anayasa değişiklik teklifine de en başta böyle
güçlü tepki verseler meclise getirilemeyeceğini muhalefet şimdi
anlamış olsa bari... İstanbul Sözleşmesi, nafaka hakkı, çocuk
cinsel istismarına somut delil şartı… Muhalefet kendi gücünün
farkına varamadığı için iktidarın cüret edebildiği pek çok örnek
sayılabilir. Neyse ki şimdi seçim erteleme isteğini önlemiş
gibiler. Tam olarak bu tehlikenin savuşturulduğu söylenemez ama.
İktidar önce anayoldan denedi. Anayasadan girdi konuya ve “dur”
işaretini görünce geriledi. Muhtemelen şimdi yan yollar açma,
patikalardan dolaşma arayışında.
Depremin kırdığı hayatların başında "refakatsiz çocuklar" acısı
geliyor. Refakatsiz olma hali çocuğun varlığının bilindiği ama
kimliğinin bilinmediği ya da ailesinin bulunamadığı durumlar için
geçerli. Ama biliriz ki depremlerde ve diğer büyük travmalarda ilk
kaybolanlar çocuklar ve kadınlardır. Şu an bilinenlerin, refakatsiz
çocukların derdindeyiz. Olmalıyız da ama bu sorunun gerideki daha
büyük sorunun sadece görünen kısmı olduğunu unutmadan. Şeffaf ama
bilinçli, kamu-sivil iş birliğiyle yol alınabilecek konuların
başında geliyor. Hem refakatsiz hem de kayıp çocukların esenliğe
kavuşturulması sorumluluğu hepimize ait. Fakat iktidar sivil alanı
bölme ve kendine biat etmeyeni yok sayma, dışlama, ötekileştirme
politikasını artık tümüyle düşmanlaştırma çabasına dönüştürmüşken
yapılabilecekler de sınırlı kalıyor maalesef.
Diyanet sitesinde önce yayınlanıp sonra silinen evlatlık fetvası
da kayıp ve refakatsiz çocukların kaderine hükmetme işinde dindar
sivil toplum örgütlerini, tarikat ve cemaatleri teşvik eder
nitelikte. Günümüzde fetva mekanizmasıyla sürdürülen “fıkıh dini”,
evlatlık konusunda ilgili ayetin odağını kaydırmış vaktiyle. Başka
ayetlerle ilinti kurarak öksüz ve yetimlerin bakımı konusunda
İslamın teşvik edici, iyiliğe yönlendiren değerleri görünmez
kılınmıştı. Fıkıh dini en iyi bildiği yasak ve korkutma yöntemiyle
kuşatıyor dindar algıyı. Korkuyu iyiliğin önüne geçirmek için bugün
de evlatlık fetvası kullanıldı. Siyasi kamplaşmanın toplumsal
ayrışmaya dönüşmesi için elverişli bulundu anlaşılan. Şimdi o
fetvada dile getirilenlerin İslam’a değil fıkıh dinine ait olduğunu
söylemenin de faydası yok. Hangi ataerkil yorumlarla ayetin
tanınmaz hale getirildiğini ve bundan ne murat edildiğini
açıklamaya çalışmak da başlı başına bir yazı konusu.
Fakat şu kadarını söylemek şart ki Kur’an’da, ayette evlatlık
kavramı geçmez. Orada geçen “oğulluk” kavramı ve miras ile ilişkisi
bambaşka bir konu olsa da aile hukukuna dair hükümlerin bir
parçası. Biliriz ki İslam dini, fıkıh dininin aksine, pek az temel
prensip getirmenin dışında aile hukukuna karışmaz. Toplumların örf
hukukuna bırakır aile hukukunu. Bugün bizim örf hukukumuz olan
Medeni Yasa, evlatlık konusunu da detaylıca düzenler. Hepimizi ve
Diyanet dahil tüm kurumları bağlayan Medeni Yasa hükümlerini yok
sayan fetva bu ülkede damızlık kızın öyküsüne yol açan adımlardan
birisi. Son yıllarda artan, giderek sıklaşan adımlardan birisi.
Üstelik insani acıları kullanma fırsatçılığını kutsalın arkasına
gizleme politikası maharetle uygulanıyor. Dindar ve seküler olsun
insanların vicdanını yaralayan bir fetva olmasına rağmen kolektif
suçlama alışkanlığımızdan yararlanarak kutuplaşmaya hizmet ediyor.
Depremle açığa çıkan toplumsal dayanışma ruhunu iktidar deprem
bölgesinde yok etmeye çalışırken Diyanet de zihinlerde ve
vicdanlarda yok etmenin yolunu bu defa evlatlık fetvasıyla
buldu.
Bunlara karşı yapılan her açıklama bir direniş ve direnişin
açacağı yolun karanlığa mı aydınlığa mı çıkacağını kestirme
zorunluluğunu yüklüyor direnişçilere. Kutuplaştırıcı zihniyetle
uygun adım yürüyen keskin karşıtlık içeren söylem ve eylem mi
gerekli yoksa kolektif ve kültürel suçlamalardan arınmış,
aidiyetleri ötekileştirme alışkanlığından kurtulmuş yaklaşımlar mı
gerekli?