Sigmund Freud’un yeğeni Edward Bernays, bugün pek nazikçe ve pek
cömertçe “halkla ilişkiler” olarak adlandırdığımız “iş”in kurucu
babası kabul edilir. Hakkıdır da. Nazi propaganda bakanı Joseph
Gobbels’ten çok önce, “propaganda”nın ilmini yapmış, insanların,
kendileri bile fark etmeksizin nasıl yönlendirilebileceğine dair,
maalesef çok isabetli fikirler geliştirmişti. İnsan gütme
hakkındaki eserine başlık olarak koyduğu “propaganda” kelimesini
daha sonra “halkla ilişkiler”e dönüştürecek, sorulduğunda,
“propaganda kavramını Naziler fazla kirletmişti, biz de yerine bunu
bulduk” mealinde cevap verecekti.
Bernays, henüz yirmilerindeyken zihinsel kabiliyetleri devlet
yöneticilerince keşfedilmiş biriydi (Birinci Dünya Savaşı ertesinde
Paris Barış Konferansı’na gönderilen heyete dahil edilmişti -
propaganda işleri için). Kendisinin kapasitesine dair daha büyük
kanıt, şüphesiz pek alçakgönüllü bir kimse olduğu söylenemeyecek
Freud’un okusun da fikir beyan etsin diye ona kitabının
müsveddesini göndermesiydi! Gerçi iki yönlü akrabalıktan ötürü,
alâkasız biri sayılmazdı; Freud, Bernays’in annesinin erkek
kardeşi, babasının kayınbiraderiydi. Fakat insan ruhunun
derinliklerinde dolaşan dayı-eniştesi de oralarda bulduklarını
paylaştığına göre, bu şeytanî ruhlu adamda fazladan birşeylerin
bulunduğunu varsaymalıyız.
Vardı da. İnsan zihnine ve ruhuna dair kuytuda öğrendiklerini
derhal sokağa, caddelere, meydanlara, evlere taşıyabilecek, bundan
etraflı bir toplum yönlendirme teorisi üretip pratiğini
çeşitlendirebilecek kadar.
Mealen kabaca söylersek, “Madem,” diyordu, “insan davranışlarına
akıl-mantık değil semboller yön veriyor, biz de bunlardan
yararlanarak insanlara istediğimizi yaptırabiliriz”. Belirleyici
olan, insanları ikna edebilmekti, bunun için de akıllar fikirler
değil semboller gerekliydi. Bir defa ikna edebildiniz mi, artık
“çoğunluğu azınlığın çıkarına hareket ettirmek” mümkündü.
Kapitalizm altındaki hayat, kabul etmeliyiz ki, Bernays’i
fazlasıyla haklı çıkardı. Üstelik bugün, insanlığın 1920’lerdekine
göre çok daha gelişmiş olduğunu sandığımız 2020’lerde,
akıl-mantığın iptalini ve sembollerin giderek toplum olmaktan da
çıkıp sürü haline dönüşen insanları daha fazla cezbettiğini,
sürüklediğini görebiliyoruz.
Bernays şöyle demişti: “Ortalama yurttaş, dünyanın en etkili
sansürcüsüdür. Kendi kafası, onunla gerçekler arasındaki en büyük
engeldir. Kendi ‘mantıktan arındırılmış bölmeler’i, kendi
mutlakçılığı, etrafa [ait olduğu] grubun değil de tecrübenin
sağladığı kavramlarla bakabilmek ve düşünmekten onu
alıkoyar.”
Ya, işte! Bu kadar basit. Yani birilerinin sizi küçük
sahtekârlıklara ya da büyük suçlara sürükleyebilmesi için çoğu
zaman gruba uymanız yeterli olacaktır.
Tabiî gerçeklere kapalı kalmanız ve onları ne pahasına olursa
olsun hayat alanına sokmak istemeyişiniz neredeyse varoluş
koşulunuz haline gelmişse, Bernays gibilerin teorileri için ideal
prototip oluşturuyorsunuz demek. Birörnek prototipler. Gerçeğe
kapalı kalışın vebali, tesiri elbette onu zorunlu kılan mevzulardan
ibaret kalmayıp bütün hayata yayılan vicdan iptali olmuşsa hele,
size can dayanmaz. Hıyarlı tuzluklu küçük skeçte değişmez
başrolünüz hazırdır.
Nasıl olsa, bu ezici çoğunluk olarak hangi azınlığın çıkarları
için seferber edildiğinize dair soru, kavrama alanınıza hiç
girmeyecek. Bir defa daha, kaba kuvvetli ve kalabalık olmakla elde
ettiğiniz ve zaten ancak bu yolla edinebildiğiniz ve asla başka
yoldan edinmeniz mümkün olmayan o kirli duygular yumağından yeni
giysiler öreceksiniz kendinize. Sizi hakikatten koruyacağını
umduğunuz giysiler.
Koruyacağını umduğunuz, fakat korumadığını bildiğiniz,
haysiyetinizden kalan son kırpıntıları hakikat sızmasın diye
tıkayabilmek için kapı baca aralıklarına sıkıştırmaktan bitkin
düşmenize yolaçan o giysiler.
Birbirinden güya nefret eden herkesin giydiği aynı giysiler.
Göğüs şişirdiğini belli edebilmek için herkes yırtınır, fakat bu
giysiler birörnek oldukları kadar boldur da. Dökülürler üzerinden,
sahte gururla şişmiş göğsün kendini belli edemez. Sadece göğüs
şişirmeye çalıştığın görülür. Herkes aynı çirkin hareketi
yapmaktadır. Hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı enerjiyi beyhûde
şişinme işlemi için harcayan insanın, bırakın yeni şeylere merak
duymayı, kendi hakkında herkesin bildiğini öğrenmeye mecali kalmaz.
Hiçbir yerden beslenmeyen, ışık ve hava almayan, kendi pınarlarını
kurutarak ve boğazını sıktığı varlıklardan boşalan nefesi içine
çekerek varkalabilen iç karanlığı canavarının hüküm sürdüğü âlemde
hakikat, çaresizlikten doğan infial ve bunu giderebilecek tek
şeyden, boğazı sıkılacak güçsüzler aramaktan ibaret olur.
Saldırganlık ve zulmün de pekâlâ en azından başkalarınca
anlaşılabilir, izah edilebilir sebepleri olabilirdi. Bunların kendi
içinde amaçlaşabilmesi, yaygın olarak paylaşılabilmesi ve
“doğal”-ortalama davranış zemininde yerleşik aslî kurumlar haline
gelebilmeleri, sonuç olarak, ölüm-kalım gerçeğiyle yüzyüze,
paranoyak bir yaratık olan insanın nihayet özüne dönüşü gibi mi
görülmeli?
Ama her toplum böyle değil. Zorda darda kalmadıkça görülmeyen
vahşet, yerine, insanına göre değişen ölçülerde, biraz itmeyle
dürtmeyle günyüzüne çıkabiliyor. Saklı dehşetin kurcalanması,
tehlikelerce tetiklenmesi, yine de başkasının mahvedilmesinden,
kahredilmesinden duyulacak hazzı ve tatmini şahsiyetinin
ortayerine, haysiyetten boşalmış kısmına oturtmakla aynı şey
değil.
Kötü olanı yapmak zorunda kalabilirsiniz. Bu mümkün. Ancak
zorunluluktan, başka çare kalmadığı için bunu yaptığınızı siz de
bilirsiniz, herkes de görür, anlar. Katletme iştahı böyle bir
zaruret haliyle taban tabana zıt ruh haline işaret ediyor. İştiha
listemiz, kapatma, men etme, yapamaz kılma, uyduruktan bahanelerle
yaşantısını zedeleme, hapiste çürütme, ömründen çalma, haysiyetiyle
oynama, nihayet öldürme, topluca katletme… diye uzayıp gidiyor.
Burada politikadan, tarihten, dünya üstündeki somut ilişkiler ve
gelişmelerden öte, hem de çok öte, karanlık ve korkunç hakikat
yatıyor. Çünkü bunlar serin yerde bekletildiğinde bile patlayıp
şişesinin parçalarını etrafa şarapnel misâli saçan hevesle,
dindirilemeyen arzuyla, doyurulamayan ihtirasla, erişilemedikçe
mukaddesleşen tatmin duygusuyla yapılıyor. Ruhlarımıza saplı
kalmış, üzerlerini ot kaplamış, dokunuldukça patlayan mayınlara
yenilerini eklemek için doyumsuz gözüken bu iştiha niye? Niye bu
yok etme arzusu?
Milliyetçiliğin, hattâ ırkçılığın, din ırkçılığının bile tek
başına izaha yetmeyeceği haller bunlar. Bernays’i, Goebbels’i
böylesine haklı çıkaracağız diye verilen uğraşın “getirisi” nedir
acaba, doların on liraya doğru yükseldiği “mânâ dünyası”nda?
Peki bu hamur, el değmeden mi yoğuruldu?