Afganistan dosyası-1: Heratlı kör nakkaşlardan Kandaharlı kör mücahidlere

Bugün Afganistan’da varolan atmosferi anlamak ve kahir ekseriyeti Peştunlardan oluşan Taliban’ın tarihî hafızasını bilmek için üzerinde durulması gereken en önemli dönem, Ahmed Şah Dürrânî dönemidir.

Abone ol

Veysel Başçı*

Sunuş

ABD, 11 Eylül sonrası işgal ettiği Afganistan’dan, somut hiçbir başarı gösteremeden, tam 20 yıl sonra, 31 Ağustos 2021 itibariyle apar topar “kaçtı” ve böylece Afganistan, yine ve yeniden kendi sosyo-politik ve toplumsal gerçekliğinin soğuk duvarları arasına düşmüş oldu. Bu gerçek düşüş, Afganistan’daki en büyük etnik topluluğu oluşturan Peştunların bir kez daha tarihsel hakimiyetlerini pekiştirmeleriyle sonuçlandı.

İslamî söylemle ortaya çıkan Taliban’ın Peştun kimliğinin mi yoksa İslamî kimliğinin mi daha baskın olduğu sorusu, Afganistan araştırmacılarının öteden beri zihnini kurcalayan bir sorudur. Her ne kadar Taliban sözcüleri, İslamî kodlara sıklıkla atıf yapsa da Peştun kimliği ve sosyolojik gerçekler, her iki unsurun da Taliban kimliğini şekillendiren önemli etkenler olduğunu gösterir.

İşte üç bölümlük bu yazı dizisi, bu iki parametre temelinde; Afganistan’ı okurken neden sadece güncele odaklanmamak gerektiğini, tarihten gelen devamlılık unsurlarının modern dönemi nasıl şekillendirdiğini, Peştunvâli ve Peştun aydınlanması ekseninde bugünün Taliban’ını yaratan sosyolojik, politik ve tarihsel arka planı masaya yatırmaktadır. Bu yazı, Timurlu dönemi Afganistan edib ve sanatkarlarından yola çıkarak, Ahmed Şah Dürrânî, Cemaleddin Afganî, Emanullah Han, Zahir Şah gibi tarihsel figürler ekseninde çok boyutlu ve renkli katmanlarıyla, kültürel mirasa da dikkat çekerek farklı bir Afganistan okuması ortaya koymaktadır.

***

Tarih boyunca İranlılardan Araplara, Gaznelilerden Gûrilere, Kurd-Gelîlerden Moğollara, Timurlulardan Gîlzâyi ve Hûtekîlere kadar çeşitli etnik hanedanlıklar tarafından yönetilmiş Afganistan’ın batısındaki Herat, yüzyıllar boyu ilim, sanat, edebiyat ve kültür merkezi olarak varlık göstermiş bir şehirdi. Bugün bu özelliğinden geriye pek bir şey kalmamışsa da farazî güzelliğin nurunu görmüş zarîfânları (sanatçıları) ile ünlü bu şehir, musikî, hat, minyatür, tezhib gibi sanatlarda başlı başına bir ekol kabul edilirdi. En verimli çağını Gûriler döneminde yaşamış Herat’ın, sanat ve estetikte zirveye oturduğu dönem ise Timurlular dönemiydi. Timur’un edebiyat ve güzel sanatlara ilgi duyan torunu Gıyâseddin Baysungur ile Sultan Hüseyin Baykara döneminde bu şehirde ortaya konan bilim, sanat, edebiyat ve estetik anlayışı, Herat ekolünü ortaya çıkarmış ve bu ekol, bütün bir İslam coğrafyasını etkisi altına almıştı. Öyle ki bu ekolde yetişen isimleri, İstanbul ve Bursa saraylarına transfer etmek, Osmanlı sultanlarının bile önceliği haline gelmişti. Bu zengin ekolü, Sultan Ali Meşhedî, Mir Ali Herevî, Sultan Muhammed Nûr gibi büyük hattatlar, Pir Kemaleddin Behzâd, Ağa Ruhullah Mîrek, Pir Ahmed Bağişmâlî, Muhammed Asıfî ve Babürlüler sarayının hizmetinde bulunmuş Rıza Cihangirî gibi ünü dünyaya yayılmış tasvirkêş nakkaşlar ile sayısız şair, edib ve sanatçı var etmişti. Çin’in yeşim taşlarından yapılan nakışlı bağ, bahçe, saray, külliye, han, hankâh ve medreseleriyle mimarî şaheser olarak adından söz ettirmiş bu şehirde Taftazanî, Şerafeddin Ali Yezdî, Seyid Muhammed Nurbahş, Ali Kuşçu, Ali Şir Nevaî, Câmî, Cürcânî, Câcermî gibi önemli bilim adamları ile başta Nakşî geleneğin “Altın Silsilesi” olmak üzere farklı tasavvufî fırka ve eğilimlere mensup mutasavvıf isimler yetişmişti. Sanatta İsfahan ve Tebriz ekolünün öncülü kabul edilen bu zengin kültür ekolünü var edenler arasında Heratlı kör nakkaşların da payı büyüktü elbet. Minyatür gibi incecik, nakış gibi işlenen minimal bir sanatı geliştiren Heratlı bu nakkaşlardan birisi de tek gözlü Seyfeddin Nakkaş’tı. Baysungur’un himayesinde kendisi gibi kör öğrencileriyle sayısız minyatür ve müzehhibe imza atmıştı o da.

Molla Ömer

Ancak bugün başta Herat ekolünden kalma bu kültürel miras olmak üzere ülkedeki binlerce yıllık sanat, edebiyat, müzik, minyatür vesaire, Kandaharlı tek gözlü bir mücahidin (Molla Ömer) kurduğu radikal dinci bir hareket tarafından yok edilmekle karşı karşıyadır. Bu hareketin, 1991 yılında Kabil’deki Güzel Sanatlar Fakültesi ile Ulusal Galeri'yi ateşe vermesi, 2000 yıllık Buda heykellerini imha etmesi nasıl hâlâ uluslararası toplumun hafızasında tazeliğini koruyorsa, geçtiğimiz günlerde Kabil’deki Ulusal Müzik Enstitüsü'ne baskın yaparak buradaki müzik aletlerini parçaladıktan sonra, Doğu'nun en büyük musikî bilimcilerinden Farabî’nin Medine-yi Fazılâ’sına gönderme yaparcasına; “ahlaki ilkelere dayanan erdemli bir devlet modeli kuracağız” şeklindeki paradoksal açıklaması da öylece hafızalardaki yerini koruyor! Dolayısıyla, Afganistan toplumunun tarihsel sürecinden, sosyal-kültürel tabanından ortaya çıkmış ve ana gövdesini Peştunların oluşturduğu adı Taliban olan bu hareketin sosyolojisini anlamak için Peştunlar arasındaki kabileci yaşam tarzını, “Peştunvâli” geleneğini ve bu geleneği var eden sosyo-politik faktörleri, Peştun toplumundaki geleneksel din anlayışıyla birlikte okumamız gerekir. Bunun için de mutlaka Afganistan ve Peştun tarihinde biraz gezinmek gerekecektir.

Bilindiği gibi ortaçağda bilim, sanat ve edebiyatta çağının ilerisinde olup, dil, tarih, kültür paydaşlığı açısından İranlıların tartışmalı bir iddiayla, “doğal kültür havzası ve siyasal arka bahçe” olarak gördükleri Afganistan’ın Herat ve civar şehirlerindeki Peştun hakimiyeti, Mir Üveys öncülüğündeki Kandahar merkezli tesis edilen Hûteki hanedanlığıyla başlamıştı. İki büyük Peştun kabilesinden biri olan Gilzâyîlere mensup Mahmud Afgan ve kuzeni Eşref Hûtekî’nin Şii Safevîleri yenilgiye uğratmalarıyla Afgan-Peştu [1] iktidarı, Herat’ı da içine alan geniş bir bölgeye yayılmıştı. Ancak Peştun Hûtekîlerin iktidarı altındaki bu bölgelerin, önceki asırlarda olduğu gibi mimariye, kültür, sanat ve edebiyata pek bir katkısı olduğu söylenemezdi. Onlar, bugün olduğu gibi dün de kültürel kazanımlar yerine siyasal ve askeri kazanımların peşindeydiler ve öyle de yapmıştılar.

Peştun Hûtekîler, Safevîleri tarih sahnesinden silmiş, koca devletin kültürel ve siyasal payitahtı İsfahan’ı ele geçirerek İranlılara, Arap orduları tarafından yenilmenin yarattığı ikinci ağır travmayı yaşatmışlardı. Ancak Peştunların başını çektiği Afgan ordularının yenilgiye uğrattığı sadece Safevîler değildi. 1725-1727 yılları arasında Osmanlı sultanını, “Müslümanların/Müminlerin Emiri” olarak görmeyi reddeden Eşref Hûtek komutasındaki Peştun-Afgan ordusu, Bağdat Valisi Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu da ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Toplam iki yıl boyunca Hamedan ile İsfahan arasındaki bölgede cereyan etmiş ve tarihte, “Andican, Eşref Tepe, Hamedan” gibi isimlerle anılan Osmanlı-Afgan savaşlarında, Osmanlı ordusu tarihinin en ağır yenilgilerinden birini alarak toplam yirmi bin askerini kaybetmişti. Eşref Hûteki’nin; “Sünnilerin birbirinin kanını dökmesi” de, -Rus çarını kastederek- “Hristiyan prensle birlik olup Muhammedîlerle savaşması da haramdır” mesajından ve birlikte kılınan bir sabah namazından sonra, Osmanlı ordusuna yirmi bin süvari ile iştirak etmiş Kürt (e)mîrleri ile Türklerden bazı askerlerin Emir Eşref’in kardeşlik kokan bu mesajına ve mezhepdaşlığına sarılmaları, Lale Devrini yaşayan Osmanlılar için ağır bir yenilgiyle sonuçlanmıştı. Nihayet Hamedan Antlaşması (1727) ile son bulan Osmanlı-Afgan savaşı sonucunda Revan, Tebriz ve Tiflis gibi bölgeler Osmanlı’da kalsa da, İran sahasında ele geçirilmiş Nihavend, Kürdistan ve Kirmanşah’ın Batı ve Güney bölgeleri Osmanlının elinden çıkmıştı. Osmanlı tarihçisi cengaverlerin üzerinde pek durmadığı bu savaş, Osmanlının Peştun asıllı Afganlarla tarihteki karşılaşmalarını anlatan son derece mühim bir savaş olarak tarihin tozlu sayfaları arasında hâlâ duruyor.

DÜRR-İ DÜRRÂN AHMED ŞAH DÜRRÂNÎ: PEŞTUN UMRANI

Bugün Afganistan’da varolan siyasal, kültürel ve dini atmosferi anlamak ve kahir ekseriyeti Peştunlardan oluşan Taliban’ın tarihî hafızasını bilmek için üzerinde durulması gereken en önemli dönem, Ahmed Şah Dürrânî dönemidir. Zira Afganistan Milli Devleti’nin kurucusu kabul edilen, Dürr-i Dürrân yani “inciler incisi” lakaplı Ahmed Şah Dürrânî dönemi, kısmen ilkel kabile geleneklerine sahip Peştunların devlet yönetimine eklemlenerek, şehirli elit sınıfa dâhil edilmeleriyle sonuçlanmış bir dönemdir. Onun dönemi, İbn-i Haldun’un çölde yaşayan bedevilerin akrabalık temelli dayanışması (asabiye/asabiyet) ile şehir yaşamının ve kentsel uygarlığın (umran) farklılaşması arasına sıkıştırılmış, hiyerarşik toplum örgütlenmesinin de somut bir örneğidir. Zira Dürrânî, Afganistan’ın Güney hattına yayılmış Peştun kabilelerini, tek bir konfederasyon altında toplayarak bu kabilelere daha fazla imtiyazlar tanımıştı. Yoğunluklu olarak Kuzey sınır hattında yaşayan, dil, kültür ve edebiyatta da İran ve Türkistan etkisinde olan diğer etnik gruplara karşı, Peştun milli kimliğini ön plana çıkararak, bu ülkede Peştun egemenliğinin önünü açmış isimdi.

Ahmed Şah Dürrânî (Resim: Abdul Ghafoor Breshna)

Peştunları Afganistan'ın “profesyonel yöneticileri ve kalıtsal seçkinleri” olarak gören ve bu düşüncesini de “Peştunvâli” [2] olarak tanımlayan Thomas Barfield’in kavramsallaştırdığı Peştun egemenliği, Ahmed Şah Dürrânî dönemiyle birlikte sistematik hâle gelmişti. Multan’da doğan, Herat’ta büyüyen ve Nadir Şah Afşar’ın sarayında yetişen Ahmed Şah Dürrânî döneminde Güney bölgelerinin inisiyatifini öne çıkaran Peştunvâlilik, bu ülkenin Kuzeyindeki Tacik, Özbek, Hazara, Türkmen -ayrıca bugün tarihsel kimliklerini büyük oranda yitirmiş Arap Şeybâniler ile Kurd-Gelî, Brahûî, Zergerîler- gibi farklı etnik grupların yönetimdeki payını silikleştirmişti. Bu durum, onun askeri yapılanma ve kimi bürokratik makamlarda kullandığı Kızılbaşlar dışında kalan karşı gruplarda “Peştunofobik” bir sendrom yaratmıştı. Dolayısıyla bölgenin kültürel ve tarihi manzarasından bakıldığında “Afganistanî” etiketini kullananlar açısından Peştunlar, devletin kronik bozucuları, kendinden olmayanın doğal muhalifleri olarak görülmüşlerdi. Öyle ki bu bakış açısı söz konusu etnik gruplarda tarihsel bir sendroma dönüşmüştü. Bugün ülkenin içinde bulunduğu buhranın başat sebeplerinden birisi de işbu hafızayla şekillenmiş bakış açısıdır.

Peştunların yönetimde daha fazla söz sahibi edilmesi amacıyla Peştun kabileleri için “özel yasalar”a imza atmış, bu uygulamaları sebebiyle de özellikle Peştunlar arasında, “Ahmed Şah Baba” olarak anılan Dürrânî, Afgan kadınları içinse şeriattan daha sert kurallar getirmişti. Dürrânî’nin bu siyaseti, Peştun toplumunun mahallî ve sosyosubjektif özgü kültür yapısının dinin de önünde tutulmasının, din algısını şekillendiren en önemli öğenin bu alt kültür kodları olduğunun tipik bir modeliydi. Lewis H. Morgan’ın, “soya bağlı akrabalık ve etnograf düşüncelerle kimliğin yeniden inşası” [3] dediği süreçte Dürrânî’nin izlediği siyasi, dini ve sınıfsal politikalar, bilhassa Afganistan’ın Kuzey hattındaki geleneksel kültür, sanat ve edebiyat anlayışını zayıflatmış, alternatif olarak Kandehar merkezli Peştun dil ve edebiyatının ise önünü açmıştı. Bu açıdan Dürrânî dönemi, Afgan Peştunların Hûtekiler dönemine kıyasla dil ve edebiyatta nisbî ilerlemeler katettiği bir dönem kabul edilir. Dürrânî, öncülü olan Hûtekiler gibi siyasal ve askeri örgütlenmeye ağırlık vermiş olsa da Farsça ve Peştuca dilinde iki şiir divanı sahibi olup, şiir ve edebiyat dostu bir liderdi. Onun döneminde ortaçağ örneklerinde görülen görsel İslami sanatlar ve mimari pek bir ilerleme sağlayamamışsa da mensubu olduğu Peştun Abdâlî kabilesine, kurduğu devletin içinde büyük imtiyazlar tanıması, Peştun dil ve edebiyatının gelişmesine katkı sunacaktı. Her ne kadar Dürrânî devrinde sarayın resmi dili Farsça olsa da Farsçadan Peştu diline aktarılan çeviriler de onun destekleri sayesinde olmuştu ve bu süreç, 19. yüzyıla girildiğinde Peştunlar için bir aydınlanma sürecine evrilecekti…

*Bağımsız araştırmacı

NOTLAR

1- Günümüzde Afganistan’da “Afgan” ya da “Afganî” ifadesi daha ziyade Peştunları ifade eder. Peştunlar dışında kalan etnik gruplar ise kendilerini daha çok “Afganistanî” olarak tanımlamayı tercih ederler.

2- Thomas J. Barfield, Afganistan: Tarih-i Ferhengi-Siyasî, ter. Abdullah Muhammedî, İntişarat-ı İrfan, Tahran, 1398/2019. s. 32.

3- Jerry D. Moore, Kültür Teorileri, çev. Erkan Koca, Atıf Yayınları, istanbul, 2015, s. 29.