Afganistan’da bir Kürt devleti

Libidolarını iktidarla besleyen “devletin yetimi” kalemlerin şiirsiz mevzuat diliyle değil, kalanların imrenen, gidenlerin özleyen diliyle anlatayım size.

Selim Temo stemo@gazeteduvar.com.tr

Resmî tarihin tarihsizleştirdiği Kürtlerin tarih ve coğrafya içindeki varlığı, epistemik bir örtünün altında tutulmuştur. Köklerini İttihat ve Terakki’nin ajanlarında bulan bu anlayışa göre Kürt yoktur, olmamıştır. Fazla Necip Fazıl okumuş yeni efendilere göre ise Kürt vardır ama ulus olmaktan kaynaklı kolektif hakları yoktur. Biri inkâr üzerinden yok sayarken beriki ikrâr üzerinden yok sayar. Buna Kürtlerin de kendilerini tarihsizleştirmeleri eklenince, karmaşık bir durumla karşı karşıya gelinir. Kürtlerin yorumunda Kürtler otoktondur ve kendi ana kıtaları dışındaki bir yere bir adım atmamışlardır. Başka bir halkın topraklarına zinhar dokunmamış, folklorik bir erdemle yaşaya gelmişlerdir. Ancak son dönemde belli başlı tarihsel kaynaklara dayanan çalışmalar, devasa bir coğrafya ve tarihin derinliklerine giden uzun bir geçmişi getirip gözler önüne seriyor.

İbni Haldun’un Cezayir Kürtlerinden söz ettiği kitaptan (“Histoire des Berbères”, II 461, III 413, 1847) başlayarak Balkan Kürtleri (A.H. K., “Balkan Yarımadasında Kürtler, 2011), Ürdün Kürtleri (M.A.S.K., “Ürdün Kürtleri”, 2006), Mısır Kürtleri (D.A, M.Z., MA., “Mısır’da Kürtler”, 2015), Azerbaycan Kürtleri (A.B.B., “Azerbaycan Kürtleri”, 2007), Türkmenistan Kürtleri (M. X., “Kurdî Turkmenistan”, 2003) derken liste uzayıp gidiyor. Bunlara yayınlanmamış kitaplar da eklenebilir ki, bir tanesi Cegerxwîn’in çevirdiği “Kurdên Yemenê” (Yemen Kürtleri)’sidir. Diğeri ise, yakında çıkacak “Horasan Kürtleri: Tarih-Edebiyat” adlı kitabımız olsun. Sovyetlerin içindeki yayılımın (Türkmenistan dışındaki) önemli bölümü sürgünler yüzünden gerçekleşmiştir. Lübnan, İsrail, Ürdün, Yemen, Mısır, Etiyopya ve Cezayir’deki yerleşim ve varlık gösterme olgusu, Eyyubi dönemiyle birlikte düşünülebilir. Balkanlar, Horasan ve Hindistan’a kadarki yayılım ise, büyük ölçüde savaş, istila ve mezhepsel göç gibi yollarla gerçekleşir.

Son dönemde dikkatimi çeken bu konuyu elbette yakinen eda ettiğimiz resmî Türk tarih yazımının özenle çıkarılmış bir sureti ya da antitezi olarak düşünmüyor ve kurgulamıyorum. Zira Türk tarih tezi, geniş bir coğrafî ve tarihî derinliğe yayılan Türkî toplulukları, şu gün erişilen ideal için bilinçli şekilde çalışan ve bu kemâlâta varmak için sürekli teyakkuz halindeki bir bütün olarak kurgular. Oysa varlığı değil, ama bu çerçeveyi çürüten sayısız bilgi vardır ve bu resmî tarih yazımı ancak klinik psikolojinin konusu olabilir. Elbette dağınık Kürdî toplulukların bugün için çalışan, teyakkuz halindeki kitleler şeklinde yansıtılması da yanlış olur, ama boyuna “kanıtlanması gereken bir varlık” sendromu dayatılır ki ona hiç girmeyeceğim. Yıllardır Kürtlerin yokluğunu kanıtlamaya çalışan girişim, dünya tarihinin “bir yokluğu” kanıtlamaya girişen en büyük girişimi olarak tanımlansa yeridir. Yol açtığı korkunç yıkımın bugün “neşeli” bir çıkarımı da yapılabilir gibi geliyor bana, şöyle ki: Modern dünyayı kasıp kavuran Varoluşçuluğa neden Yokoluşçulukla cevap verilmesin?! Bu kötü espriyi unutalım, ama “gerçeklik hakkındaki yanlış bilinç” olarak bu ideolojiyi üretenlere doyasıya laf etmeme izin verin lütfen.

Göçebe, konar göçer ya da talan ekonomisiyle yaşayan kır topluluklarını bugünkü işlevsel ve pek zarif millî hale içinden yorumlamak, sevgili hocam Süha Oğuzertem’in “akademik ensest” dediği birbirinin tıpkısı sayısız metnin ortak özelliğidir. Bu kitle için tarih son derece sarihtir. Onlara göre ata olduklarının farkında olan atalar bugünü yaratmak için açtıkları yolda hiç durmadan yürümüşlerdir. Bu çerçevenin etrafındaki bütün kültürler ve halklar sadece boyun eğmişlerdir. Bu mükemmel “biz”i etkilememişlerdir; bir iki ışık yakmış olsalar bile bunlar hızla yerli ve millî kılınmıştır.

Oysa Gılgameş’ten beridir evden çıkışı, başka bir yeri arayışı ve Odysseus’tan beridir de eve dönüşü insan olarak temel imgemiz saymak yanlış olur mu? Her ne saikle olursa olsun kök ve yaprak gibi basit bir metaforik çerçeve ile bakarsak temel imgeye kapılıp gidenlerin, dönenlerin, dönmeyenlerin ve dönemeyenlerin izlerini merak etmez miyiz?

O zaman gitmeye cesaret eden “Gil” aşiretiyle tanışın. Bu tanışma “akademik ensest”le olmasın. Kalın gözlüklerle kurum yayını kitaplar arasında kelleşen ya da kıllanan, eğilmekten belleri ve beyinleri bükülmüş, libidolarını iktidarla besleyen “devletin yetimi” kalemlerin şiirsiz mevzuat diliyle değil, kalanların imrenen, gidenlerin özleyen diliyle anlatayım size: Bir gün Gil aşireti temel imgenin peşine düşer ve 1245-1389 tarihleri arasında, orada, Afganistan’da “Kürd” adıyla bir “dynasty” (hanedanlık) kurar.

Haftaya devam edelim.

BİR GÜN

İlk kez birini terk edecek olmanın müsrif şevki içinde, bir an önce olsun bitsin adımlarıyla Milli Egemenlik parkına kadar yürüdüm onunla. Oradan kaldığı yurda geçecekti. Bir banka oturdu. Çantasından üç tane doğum günü pastası mumu (adları bu muydu?) çıkarıp karın örttüğü ıslak çimlerin üstüne dizdi. “Üçü de sönsün, öyle gidersin Temocan” dedi. Sulu sepken yağan tanelerin bir teki bile mumlara değmedi. Aradan o bir günü hatırlayacak binlerce gün geçti. Kederli bir trene atlayıp o şehre, o parka gittim. O, o banktan kalkıp gitmişti, ama mumlar hâlâ yanıyordu.

Tüm yazılarını göster