Afşar Timuçin: Çalı diplerinde geçen zaman

Afşar Timuçin Türkiye’nin en nevi şahsına münhasır aydınlarından birisidir. Yoksunluk ve zorluklarla geçen hayatına rağmen, yılmadan üretmeyi sürdürmüş, yaşama sevincini hiç elden bırakmamış ve hayatının hiçbir döneminde, bir muktedirin ikbal kapısına şefaatçi göndermemiştir.

Osman Özarslan osmanozarslan@gmail.com

İlerde bugünün tarihini yazmaya kalkan bir kişi bu yazdıklarımızdan bazı bilgiler elde etmeyi düşünebilir, ama o daha çok yazamadıklarımızı merak edecektir.” Afşar Timuçin, 2014

Afşar Timuçin

Afşar Timuçin, 31 Ağustos 1939 doğumludur. Kendi deyimiyle “Ekmek kartı verilmiştir"  damgalarıyla süslenmiş olan eski nüfus cüzdanının arka sayfasına babası o güzel elyazısıyla not düşmüş: "Saat dokuzda dünyaya gelmiştir.”  Ne var ki Afşar Timuçin, yaşamı hep Epikürusçu bir neşeyle sevecek olmasına rağmen, Türkiye aydınına yakışır bir metaforla ölü doğmuştur. Doğduğunda mosmordur, bir köşeye bırakırlar. Kendisini doğurtan ebenin ısrarlı çabaları sonucu (bir başka alegori daha) ilk çığlığı duyulur. Bir memur çocuğu olarak, Akhisar doğumlu olduğunu ama herhangi bir yerli olmadığını özellikle vurgular, "herhangi bir yerde doğabilirdim" der. Zaten doğumundan birkaç yıl sonra babası çalıştığı Devlet Demir Yolları işletmesi'nin Isparta şubesine tayin edilir. Çocukluğunun 2. Dünya Savaşı yıllarını burada karşılar. Ailecek ateşlenilen (ı)sıtma, sıtmaya karşı kinin bulma güçlükleri, akşam olunca başlayan karartma geceleri ve bodrum katında “sığınakta saklambaç oynamanın tadı başkadır” dediği sığınak maceraları.

Esir düşmüş “Sarı” Alman askerlerinin bir kısmı 2. Dünya Savaşı sonrası Isparta’ya getirilir. Bu Almanlara, Almanca selam vermek, Ispartalı çocukların o dönemki temaşalarından birisidir. Ve Almanlar günün birinde tıpkı geldikleri gibi çekip giderler ama Anadolu taşrası kendi rutininde devam eder; ayakla çiğnenmiş hamurdan yapılmış karabuğday ekmeği, bu ekmeğin içinden çıkan çivi, çuval ipi ve hamam böceği..

Sonra babanın tayini ve “Saylav Kompartımanı”(2) ile Gazi Antep Fevzi Paşa’ya yolculuk.

“Bir sabah vakti tren uzun tünellerden geçti ve yüksek dağların dibinde küçük bir yerleşim alanında durdu. Geldik dedi babam. Olamaz dedi annem, burası ufak bir yer. Annem haklıydı, babam görevi gereği gar düzeni bulunan yerlerde görev yapardı. Bu küçücük yerde de gar düzeni varmış. Burası dikbaşlı memurların sürgün yeriymiş. Üç yanı Gavur Dağları diye bilinen Amanos dağlarıyla çevrili yoksul bir bucaktı o zaman Fevzipaşa. İslahiye ovasına bakardı. Dağlarda eşkıya dolaşırdı. Onlardan biri bazen vurulur, cesedi ırmağın kıyısına yatırılırdı. Çocuk ağlamasına benzeyen çakal ulumaları gece uyutmazdı bizi. Ben ilkokulu orada okudum. Okulumuz 'köy tedrisatlı'ydı. İkilerle üçler aynı sınıfta ders yapardı. Camların çoğu kırıktı. Odun götürürsek ısınma şansımız olurdu.”

Fevzi Paşa’da da durumlar çok parlak değildir. Sebze meyve yoktur, bulunabilenler çürüktür, Dişlo lakabıyla bilinen safça bir gencin sattığı kurtlu keçiboynuzu alabildiğine boldur. Bir de karı-koca trahom hastası Trabzonlu Maarif dayı diye birisi, dondurma yapar ama Aşar Timuçin’in anlattığına göre bu dondurma da pek dondurma gibi değildir:

"Trahomlu Maarif dayının dondurması biraz koyulaşmış soğuk sütten başka bir şey değildi, süt lapasıydı. Maarif dayı dondurmayı tuzlu kar dolu bir kabın içinde çevirme yöntemiyle yapardı, bu yüzden dondurma biraz da tuzlu olurdu. Bir çay tabağı dondurmaya beş kuruş alırdı Maarif dayı. Dükkanda karısıyla çalışırdı, kadın da trahomluydu. Annem trahoma tutulmamamız için her sabah ablamla benim gözlerimize birer damla limon damlatırdı. Sanırım bu berbat yöntemi sonradan kirvem olacak olan demiryolu doktoru Rauf Akbarlas'ın önerisiyle uyguluyordu."

Afşar Timuçin’in babası Susurluk’a tayin beklerken birdenbire emekli edilir, muhtemelen Demokrat Parti yıllarındaki tasarruf tedbirlerine denk gelmiştir. Görece iyi bir maaşı olan baba maaşın yarısını kaybedince ve o yıllarda devlet memurları için (artık olmayan) önemli bir imkan olan lojman ailenin elinden alınınca, maaşın yarısını ve evin de tamamını kaybetmiş olurlar. Böylece Timuçin ailesinin yoksulluk yılları başlar.

Sonra Adana’da, babasının bir arkadaşının derme çatma evine uygun bir kiraya yerleşirler. Bu evin içler acısı hali Afşar Timuçin’in içinde o kadar büyük bir yara olur ki, evi Gece Gelen Eski Dost isimli Yazko Yayınları'ndan çıkan kitabında (Dede’nin evi olarak) da hatıratında da aynen resmeder:

"Çaresiz kalktık Adana'ya gittik. Nüzhet beyin İstasyon'un arkasındaki portakal bahçeleri içinde derme çatma iki evi vardı. Bunlardan birinde kendi oturuyordu. Birinde de biz oturmaya başladık. Nüzhet bey amca bize kiraya verdiği evi yaptırırken besbelli temel kazma masrafına girmek istememişti, şimdi damın orasına burasına borularla destek koyuyordu. O borulardan biri bazen gürültüyle düşerdi. Döşeme tahtaları toprağın az yukarısına yerleştirilmişti ve bayağı aralıklıydı, o aralıklardan ikide bir çıyan çıkardı. Bakardık duvarda sallana sallana bir çıyan gidiyor. Bazılarının boyu yirmi santimden az değil. Kırk tane sarı ayaklı kapkara şey akrepten daha tehlikeliydi. Bir seferinde biri ceketimin cebine kaçtı, çıkarana kadar akla karayı seçtim. Altı kızı olan Nüzhet bey iyi yürekli bir insandı ama parayı her şeyden çok önemsiyordu. Babamın aylık geliri yüz elli lira kadardı. Bunun elli lirası kiraya gidiyordu. Kalan yüz lirayla geçinmek zorundaydık. Babam parasını bana bırakıyor, evi sen yönet diyordu. O yüz lirayla ben bir ayı çevirebilmek için mucizeler yaratıyordum. Zaman zaman gazetelerden kese kağıdı yapar, götürür bakkala verirdim, karşılığında bir kalıp beyaz peynir alırdım."

Vaktiyle İstanbul’un kenar semtlerinden birisi olan Soğuksu’da alınmış araziye çatısı olmayan bir gecekondu yapar Afşar Timuçin’in babası ve hızlıca buraya taşınırlar. ”Evimiz derme çatma da olsa, çatısız damı akıyor ve pencerelerinden rüzgar giriyor da olsa bizi iyi kötü barındırıyordu. Issız bir yerde tek başına öylece duruyordu bu çatısız küçük ev”

Afşar Timuçin artık 10. sınıftadır ve babası onu o zamanlar yoksul çocuklarının okuduğu İstanbul Erkek Lisesi’ne yazdırır:

"Güz geldi, İstanbul Erkek Lisesi'ne yazdırdı babam beni.

İstanbul Erkek Lisesi o zaman daha çok yoksul çocuklarının gittiği bir okuldu. Okul hiç de kötü sayılmazdı. Cemil Sena Ongun gibi, Keyisa İdalı gibi, Nurettin Topçu gibi, Hilmi Soykut gibi, Orhan Rıza Aktunç gibi, Nazım Kemal Yalgın gibi çok değerli öğretmenlerden ders görüyorduk. Orhan Rıza bey derslerini sürdüremeyecek kadar yaşlanmıştı. Nazım Kemal bey fransızca öğretmenimizdi.

Rami'den Eyüp'ten Taşlıtarla'dan Küçükçekmece'den ve daha başka yerlerden yoksul ya da en çok orta halli ailelerin çocukları okumak için buraya geliyorlardı. Onuncu sınıftaydım, sınıfta hem okuyup hem çalışanlar vardı. Bazıları sabah gazete satıp ya da balığa çıkıp öyle gelirlerdi, bazıları da akşamüstü okul çıkışı işe giderlerdi. Ben bu ikincilerdendim. Bir muhasebe bürosunda dayım iş bulmuştu bana. Tatillerde bütün gün, okul zamanı da okul çıkışı yani akşam saatlerinde çalışıyordum. Karaköy'den dokuzda çıksam ancak gece yarısı eve varabiliyordum. Kömürlü trenlerin yerine elektrikli tren düzeni kuruluyordu. Gidiş geliş aksıyor, saatlerce yolda kaldığımız oluyordu."

İstanbul Erkek Lisesi’ni, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi takip eder. Aslında ailesi onun o yılların parlak mesleği eczacılığı tercih etmesini ister, bu sayede yoksulluktan kurtulma imkanı doğacaktır ama, Afşar Timuçin, Hukuk Fakültesine girer ve oradan da pek çok sebepten dolayı, Felsefe tarafına geçiş yapar.

Onun üniversitede okuduğu dönem Adnan Menderes iktidarının son günleridir ve 27 Mayıs darbesi kapıdadır. Turan Emeksiz’in vurulduğu 27-28 Nisan eylemlerine katılan öğrencilerin içindedir Afşar Timuçin. Sonrasında, darbe gerçekleşir. Kendi deyimiyle “umutlar kısa zamanda boşa çıkar”. İnönü’nün yönlendirdiği hükümet, basın başta olmak üzere, muhalefetin ensesinde boza pişirmeye başlar, hatta tasfiye hareketi “Cumhuriyet Gazetesi'nden başlar”:

"27 Mayıs uzun sürmeyen bir umutlar dönemi yaşattı bize. Sonra  hava yeniden bulutlandı. Türkiye'deki Amerika ve onun içerdeki adamları ne yapmak gerekiyorsa yapacaklardı. Demokrat Parti giderse her şey düzelir diyenler yanıldıklarını anladılar. İsmet İnönü hükümetleri özellikle basına şiddet uygulamaya başlamıştı. Hukuk profesörleri Naci Şensoy, Nurullah Kunter, Sulhi Dönmezer üçlüsünden alınan bilirkişi raporlarıyla insanlar hapse atılıyorlardı.

Basından bir dizi tutuklama yapılacak deniyordu. Karar önce Cumhuriyet gazetesini vurdu: Şadi Alkılıç ve gazetenin yazı işleri müdürü Kayhan Sağlamer tutuklandılar. Fırtına geliyordu. Adalet Bakanı Abdülhak Kemal Yörük Meclis'de bir konuşma yaptı, solcuların azdığını, yakında en başta Afşar Tuncer olmak üzere bazı kişilerle ilgili işlem yapılacağını bildirdi."

Afşar Timuçin, lise yıllarından itibaren şiirle ve edebiyatla uğraşmaya başlamıştır. Bu sebeple yolu Şükran Kurdakul ve onun işlettiği Ataç isimli kitabevine düşmüş, gene Kurdakul’un çıkarttığı dergide kısa sürede yazıişleri müdürlüğüne kadar yükselmiştir 27 Mayıs sonrası dönemde. Bu günlerde, 27 Mayıs istibdadının sonuçları Afşar Timuçin’e kadar ulaşır. Adnan Benk tarafından yazılan ve içinde “Marks’a göre…” diye bir ifade geçen bir yazı Afşar Timuçin’in editörü olduğu Ataç dergisinin “İnsancılık” özel sayısında yazılmıştır. Afşar Timuçin bu ifade gerekçe gösterilerek, sorgulanır, tutuklanır ve Berke Vardar’ın kefalet yatırması sonucu bir ay kadar sonra salıverilir.

Serbest kaldıktan sonra, Adnan Benk’in yayına hazırladığı Meydan Larousse’ta çalışır, bu sırada Paris’e gitme hazırlığı yaparken plan değiştirir ve Montreal’e gider.

Buradan dönüşte de önce CHP’nin gençlik kollarına (o zaman başkan İSKİ skandalı ile SHP’yi tüketen ve İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan yönetiminin önünü açan Nurettin Sözen’dir) kayıt olur, burada tutunamayacağını kısa süre anlayıp, o yıllarda yeni kurulan ve ciddi bir yükseliş ivmesi yakalayan TİP’e girer:

"Türkiye İşçi Partisi'nin kurulması bütün toplumcu aydınları sevindirmişti. Gittim birgün partinin gençlik kollarına yazıldım. Gençlik Kolları Genel Başkanı vardı, İl Gençlik Kolu Başkanı da vardı, gençlik kolu diye bir şey yoktu. Parti üç parçalı gibiydi ve görünüşte tam bir dağınıklık içindeydi. Birinci parça işçi önderlerinden oluşuyordu. İkinci parça paralı çevrelerde özellikle Bebek'de ve Şişli'de büyümüş, iyi öğrenim görmüş kişilerden oluşuyordu. Birbiriyle kaynaşmış görünümü vermeye çalışan ama veremeyen bu iki kesim partinin başındaydı. Üçüncü kesim özellikle çoğu dürüst orta sınıf insanlarından ve henüz neyin ne olduğunu anlamamış işçilerden oluşuyordu. Bu üçüncü kesimin insanları genellikle siyasal hırsları olmayan eski ve yeni solculardı. Parti geliştikçe bu üçüncü kesim görünür bir ağırlık kazanmaya başladı, bu durum kurulu düzeni rahatsız etti. Parti bundan sonra gelişiyor izlenimi vermekle birlikte değişik etkiler altında içten içe çözülmeye ve erimeye başladı. Gün geldi, Genel Merkez'de Onur Kurulu her gün onlarca insanı partiden atmaya girişti. Biz genç üyeler gençlik kollarının kurulmasına önem veriyorduk, 27 Mayıs'ın getirdiği heyecanla dolu gençler bir parti düzeninde bir araya gelmezlerse dağılıp gidebilirlerdi. Başta Mehmet Ali Aybar olmak üzere baştakiler buna karşıydılar. Belli ki o kadar genci avucumuzun içinde tutamayız korkusunu yaşıyorlardı. Mehmet Ali bey bana bir gün 'Öyleyse bir gençlik kolları yönetmeliği hazırlayın bana getirin' dedi. Biz özenle bir taslak hazırladık ve kendisine verdik. Aylar geçti, ses çıkmıyordu. Ben bir gün Mehmet Ali beyi koridorda gördüm. Yanında Moris Gabay ve Nihat Sargın vardı. Durum nedir diye sordum. 'Siz parti içinde parti mi kurmak istiyorsunuz?' dedi. 'Parti içinde parti kuran sizsiniz' dedim. Bizi araladılar. Olanlara en çok Mehmet Ali bey şaştı; ona kimse gözünün üstünde kaşın var diyemezdi. Birçok kişi açık ya da örtülü bir biçimde Genel Merkez'in baştan beri gövdeden kopuk olmasından, ayrıca yukarıdakilerin değişik havalara girmiş olmalarından rahatsızdı. Genel Merkez'in de bir rahatsızlığı vardı: Senatör Niyazi Ağırnaslı partiye girmiş ve partinin alt kademelerindeki insanlarla kaynaşmıştı, partide kısa zamanda büyük bir güç kazanmıştı. Öbürlerinin kolay kolay yüzünü göremezken Niyazi beyle oturup konuşabiliyor hatta piknik yapabiliyorduk. Sonunda sudan nedenlerle Niyazi beyi de partiden çıkardılar."(3)

Afşar Timuçin bir süre daha TİP’te tutunmaya çalışır ama bir şekilde tasfiye edilir, ardından Kanada’ya gider ve burada evlenir. Kendisinden büyük yardım beklediği Niyazi Berkes kendisine sahip çıkmaz (muhtemelen solcu seceresinden dolayı) ama Berkes’in eşi Fay Kirby, Timuçin için bir tavsiye mektubu yazar ve Niyazi Berkes’i de korkaklığından dolayı tahkir eder.

Kanada yıllarının ardından, Afşar Timuçin önce İstanbul’a sonra da Erzurum’a gider. Erzurum o yıllarda da bildiğimiz gibi gene eli sopalı insanların birilerini dövdükleri, eli silahlı insanların birilerini tehdit ettiği bir yerdir, hatta Tıp Fakültesi memurlarından birisi, Afşar Timuçin’e Erzurum’da silahsız gezmesinin uygun olmadığını söyler. Ona bir silah ayarlamayı ve Palandöken’e atış talimine gitmeyi önerir ama Timuçin, yanaşmaz:

"Erzurum kaynıyordu. Eline sopaları geçiren kalabalıklar üniversiteyi basmaya gidiyorlardı, onları kışkırtanlar da üniversitenin başındaki kişilerdi. Kentte ve üniversitede bazıları ölümle biten çok çirkin saldırılar oluyordu. Kısacası bu Erzurum bize göre değildi. Burada çok kalamazdık. Kanada'dayken Erzurum'da yaşamayı düşünüyorduk."

70’li yıllarda Afşar Timuçin’in üniversite hocalığı maceraları başlar. Pek çok kez “komünist” olduğu gerekçesiyle, başvurduğu ya da çalışmakta olduğu üniversitelerde, atanmayı istediği kadrolarda sıkıntılar yaşar. İstanbul Üniversitesi’ne doçentlik için başvurur ve bir jüri oluşturulur. Jüri, İonna Kuçuradi, Bedia Akarsu ve Cemal Yıldırım’dan oluşmaktadır:

"İoanna ve Cemal Yıldırım nasıl oluyorsa tezimi ideolojik bulmuşlar. Cemal bey 'yazdığım raporu okudunuz mu?' dedi. Hayır görmedim dedim. Sınavda her iki üye ama daha çok da İoanna arkadaşım beni zorda bırakmak için elinden geleni yaptı. Bir ara Bedia hanım isyan etti. Benim felsefeyi ideolojiye kurban edecek kadar basit bir insan olmadığımı söyledi. Sınavdan çıkışta Cemal bey Bedia hanımı göstererek şöyle dedi bana: 'Afşar bey, bunların hocaları felsefede hiçbir şey yapamadılar. Bunlar da hiçbir şey yapamadılar. Biz de hiçbir şey yapamadık. Maalesef umut sizde ... "

Bu yıllar boyunca Afşar Timuçin hem İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda hem de Mimar Sinan Üniversitesi’nde dersler verir. Hakkındaki dedikodular, kışkırtmalar, karalama kampanyaları hiç bitmez:

"Bir gün Rektör Gündüz Gökçe bey bana şöyle dedi: 'Afşar bey yazık ki sizin özlük haklarınızı savunamadım, ancak üniversiteden atılmanıza engel olabildim.' Bir zaman sonra profesörlük sorunu çıktı karşıma. Profesör olmak istemediğimi bildirdim. Profesör olacaksın demeye getirdiler. Biliyordum, doçentlikte olanlar profesörlükte de olacaktı. Sonunda dilekçemi verdim. İş uzadıkça uzadı ama umurumda değildi. Olanları anımsamak ve onları burada ayrıntılarıyla anlatmak gibi bir isteğim yok. Bir gün bana bir sarı zarf verdiler. Mektupta felsefeyle ilgisi olmayan beş profesörün imzası vardı. Profesörler benim bilimsel yeterliğim olmadığını bana bildiriyorlardı. Kağıdı birilerinin gözü önünde yırttım. Bu defa yeniden başvurmam için baskı başladı. Pekiyi, onu da yapalım. Bir gün bir eski arkadaşım bir akşamüstü bir Napolyon konyağıyla geldi. Profesör oldun kutlarım dedi. Sağol dedim. Hiçbir tepki göstermediğine göre daha önce haber almış olmalısın dedi. Hayır dedim, kimseden bir şey duymadım. Oturduk, bir iki kadeh konyak içtik. Nice sonra, nasıl oluyorsa, profesör unvanı aldığımı ama profesör kadrosu almadığımı bildirdiler bana."

12 Eylül sonrası ve 1990’lar da Afşar Timuçin için kolay geçmez. 2000 yılında Kocaeli Üniversitesi’nden davet alır, 6 yıl çalıştıktan sonra buradan emekli olur.

Afşar Timuçin, 1969 yılında çok sevdiği babasını kaybeder, 1978 yılında annesini, 2000 yılında sevgili hayat arkadaşı eşini, 2014 yılında ablası Tomris’i kaybeder.

Afşar Timuçin’in(4) felsefe, estetik ve epistemoloj ile kurmuş olduğu ilişki biraz eski Fransız ekolünden, aydınlanmacı geleneğin felsefeyi çoğunlukla felsefe tarihi üzerinden okumaya meyyal tarafına yakındır. Bu bakımdan, 60’lara, 70’lere damgasını vurmuş, Orhan Hançerlioğlu gibi yazarların kaderini yaşamış, 2000’lere atlayamamıştır. Bununla birlikte, bu durum Afşar Timuçin’in kıymetinden bir şey eksiltmez. Zira, Timuçin, odaklanarak, üretken çalışması bakımından Türkiye’nin en nevi şahsına münhasır aydınlarından birisidir. Yoksunluk ve zorluklarla geçen hayatına rağmen, yılmadan üretmeyi sürdürmüş, yaşama sevincini hiç elden bırakmamış ve hayatının hiçbir döneminde, bir muktedirin ikbal kapısına şefaatçi göndermemiştir.

NOTLAR: 

(1) Başlık Afşar Timuçin’in “Çocuğun Kurguları” isimli şiirinden bir dize (zaman geçecek mi çalı diplerinde/ anılar yürür gibi sulara/bak sevindiğin kadar aynalara…), bu şiir, Ezginin Günlüğü’nün en iyi bestelerinden birisidir

(2) Saylav Kompartımanı uygulamasının şimdi bir benzeri THY’de uygulanıyor. Son anda yolculuk yapması gereken bir bakan, milletvekili, bürokrat için sürekli boş bırakılan koltuk, o yıllarda ise kompartımanın tamamı.

(3) Niyazi Ağırnaslı, 1970’li yıllar TİP’i içinde Kürt Meselesine önem veren önemli bir hukukçu ve senatördür. 70’li yıllarda, 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de devrimcilerin avukatlığını yapmış önemli bir tarihsel figürdür. Afşar Timuçin, meselenin bu taraflarına pek değinmiyor ama tarihsel TİP ile Ağırnaslı’nın arasını açan temel etmenler biraz da buralardır.

(4) Bu yazıdaki bütün alıntılar, Osman Bozkurt tarafından 2014 yılında derlenen  “Bir Portre Afşar Timuçin” isimli çalışmadan alınmıştır. 

Tüm yazılarını göster