Sokaktaki dut ağacının altında, şık bir yemek sandalyesinde oturan bir kadın… René Magritte’in yarı karanlık yarı aydınlık resimleri gibi başlayan sabah bir Peride Celal öyküsü olarak bitiyor. Düşman dünya bir bitki sayesinde dayanılır oluyor.
Ayazda… Sokaktaki dut ağacının altında, şık bir yemek sandalyesinde oturan bir kadın. Soğuğa aldırmadan orada öylece oturuyor. Pardösüsünün önünü sıkı sıkı iliklemiş. Bacaklarına yün bir battaniye örtmüş. Yıllara meydan okuyan yemek sandalyesi, özenli sofraları geride bırakalı çok olmuş. Misafirler ağırlanan salonu ve koltukların yetmediği zamanlarda kalabalıkların yardımına koşmayı unutmuş artık. Kadın ile sandalye çok şeyin yaşandığı zamanları birlikte atlatmışlar. Şimdi bir şeyi daha atlatacaklar, belli. Sandalyede de kadında da umut veren bir inat olduğu hemen anlaşılıyor. Yaklaşıyorum biraz daha. Çekinmezsem konuşurum, diye düşünüyorum. Kadın, benimle ve ona tuhaf tuhaf bakanlarla ilgilenmiyor. Çekiniyorum, konuşamıyorum. Onu rahatsız edeceğimi sanmasın diye beni göremeyeceği bir yer bulup sokakta dikiliyorum. Birini, bir şeyi bekliyor sanki… Neyi ve kimi bekliyorsa ben de onunlayım şimdi? Önünden geçenlerin kimi meraksız, hiç ilgilenmiyorlar bu manzarayla; kimi de yargılayıcı gözlerle süzüyor kadını.
Şık sandalyede oturan kadını René Magritte’in resimlerindeki kişilere benzetiyorum. Onlar gibi başka bir dünyadan dünyamıza fırlatılmış adeta.
Sokakların özgürlüğüne yakışan bu manzarayı eşsiz bir tabloymuşçasına seyrediyorum. Yapraksız dalları ve kalın gövdesiyle tabloyu görkemli hale getiren dut ağacını da unutmamalı. Sabahın bu erken saatinde hava Magritte’in resimlerindeki gibi yarı karanlık yarı aydınlık.
Kadın saatine bakıyor, ellerini dizlerine sürterek ısınmaya çalışıyor. Ağacın tam arkasındaki apartmanın dairelerinde ışıklar yanıyor bir bir. Apartmanın büyük demir kapısından orta yaşlarda bir adam koşar adım fırlıyor. Kadına adıyla sesleniyor. Sokağın uğultusunda, mesafenin içinde eriyor isim. Sonundaki “teyze” sözcüğünü duyuyorum sadece. Duyarsam olay çözülecek. Yaklaşıyorum yeniden. Beni fark etmiyorlar. Adam telaşla anlatmaya çalışıyor, kadın sakince dinliyor.
Apartmanda oturanların ortak isteğiymiş. Hem sağlığı için de lazım bir şeymiş. Endişelenmesine gerek yokmuş. İşi bilen biri gelecekmiş. Sahte sevgi mimikleriyle kadınla konuşan adam anlatıyor da anlatıyor, lafı bittiğinde yine fırlıyor apartmana doğru. Kadının sakin inadı belli ki sinir ediyor onu. Sandalyedeki kadın kendi kendine konuşmaya başlıyor. “Budamak dedikleri kesmek. Ağacın altındaki arabalar hep batıyormuş! Senin arabana düşen karadut bu dünyayı senden daha çok hak ediyor. Hadsiz!”
O an bir şimşek gibi çakıyor Peride Celal. “Ağaç”. Öykünün adı buydu. Kim anlayabilir bu kadın ile dut ağacının dostluğunu? “Ağaç”ı okuyanlar anlar.
Peride Celal “Ağaç”ta, karanlık, düşman dünyaya bir bitki sayesinde tutunan kadının hikâyesini anlatır. İnançlarını yitirmiş öykü kişisi, ölüm ve kin kusan hayata karşı duramayacak kadar yorgun ve yaşlıdır. Günün birinde küçük boy saksıda, adını bilmediği bir bitki gelir yılbaşı hediyesi olarak. Bitki büyüdükçe eve alışır. Kadın, suyunu eksik etmez, büyüdükçe saksısını değiştirir. Gün gelir o evden taşınılır. Ev değiştiğinde, o artık kocaman bir ağaçtır. Yeni yerine alışamaz. Yaprak döker, sararır. Kadın gündüzleri onu fazla güneşten korumak için perdeleri kapar, geceleri hava alsın diye camları açar. Ağaç, bu yeni eve de alışır. Yaprakları arasından kahverengi uçlar çıkar, gittikçe gövdesi kalınlaşır, boyu daha da uzar. Kadın kitap okurken o da dinlesin diye sesini yükseltir. Yıllardır ağzından çıkmayan sevgi sözcükleriyle konuşur onunla. Kadın hastalandığında ağaç da hastalanır, iyileştiğinde ağaç da iyileşir. Ağaç salonun ortasına doğru büyümeye başladığında, kadın da yaşamaya en az onun kadar kararlıdır. Bir dostluk kaplar etrafı.
Sevmeyi bir kurtuluş olarak öneriyor Peride Celal. Sokaktaki dut ağacının altında şık sandalyesinde oturan kadın bu öyküyü okudu mu acaba? Beklenilen geldiğinde (bir bahçıvan), uzaklaşmaya karar veriyorum. Neler olacağını çok iyi biliyorum çünkü. Arkamda bıraktığım kararlı ses bahçıvana şunları söylüyor: “Sizi ben yönlendireceğim. Onu en iyi ben tanırım. Doğru budanmalı bu ağaç. Bir dalını bile fazladan kesemezsiniz.”
Mevsimi gelince karadutların patır patır döküleceği bir sokakta yaşamanın huzuruyla yürüyorum. Karadutun kucaklamakla, dayanmakla bir ilgisi var. Elbette şık bir yemek sandalyesinin de…
Hamiş: Yazının ana görseli René Magritte’in L’empire des lumieres (Işık İmparatorluğu) serisinden. Seri, Magritte’in 1940’lar ve 1960’lar arasında resmettiği yirmi yedi eserden oluşuyor.