Ağlamanın, duygulara, empati kurmanın yaratacağı düşünülen zayıflığa teslim olmanın yasak olduğu bir neslin mensubu olan Timm “non servo”, hizmet etmeyi reddediyorum diyebilmenin “ilerleyen tanklar için siperlerde bombayla gedikler açmaktan daha fazla cesaret gerektirdiğini” gösteriyor bize.
Herkes yaşadığı çağın, coğrafyanın, mensup olduğu ailenin izini taşır. Bedeninde, ruhunda, aklında, kalbinde… Hele ki, kitlesel savaşların, kıyımların, göçlerin yaşandığı bir çağ ve coğrafyada yaşamışsa, yaşıyorsa… Uwe Timm, Nazi dönemi Almanyası’nda, Yahudi olmayan bir ailenin oğlu olarak yaşadıklarını anlatıyor Kardeşimin Gölgesinde adlı anlatısında. Bu yaşantının kendisinde bıraktığı izleri gösteriyor okura. Profesyonel bir asker olan babanın kıymetlisi ve ona “asker arkadaşın” imzasıyla cepheden mektuplar yollayan büyük oğul Karl-Heinz, Alman ordusuna gönüllü yazılarak 2. Dünya Savaşı’na katılır ve Ruslara karşı savaşırken yaralanıp kısa sürede ölür. Ulusun, hatta dünyanın kaderini belirleyen savaş, ailenin kaderini de belirleyecektir böylelikle. Timm, cepheye mağrur bir heyecanla giden ağabeyin yerine eve gönderilen ve yıllarca evin en muteber eşyası olarak bir kutuda özenle saklanan nişanlara, artık taşlaşmış bir diş macununa ve mektuplara eşlik eden, üzerinde oynattığı kurşun kalemle birlikte Karl-Heinz’in günlüğünü tekrar tekrar okuyarak büyür. Hayal meyal hatırlanan bir kardeşin yokluğunun, geride kalanları nasıl bir var oluşa mahkum ettiğini (bu temayı işleyen unutulmaz bir başka roman, Kaybolan) anlatmayı kurar hep. Kardeşinizin size kendi hikayenizi ve ebeveyninizin hikayesini anlattığını keşfeder daha erken yaşta. Bir askerin muharebe esnasında hissettiklerinin, ailenin 2. Dünya Savaşı ve Yahudi soykırımına yaklaşımının tüm bir Alman toplumunun trajedisini resmettiğini görür günlükler eşliğinde geçmişi hatırlarken. Karl-Heinz’in günlüğünde, onu bütünüyle iyi veya bütünüyle kötü olmaktan uzaklaştıran iki vurucu not vardır. İlki, günlüğünün ilk sayfalarında yer alan, nöbetteyken, yaşıtı bir “düşman askeri”ne tesadüf ettiği militer ve eril şiddetle yüklü andır: “75 m mesafede İvan sigara içiyor, benim MG için kolay lokma.” İkincisi, günlüğünün ve hayatının da sonuna işaret eden bir iyicillik ve empati belirtisidir: “Burada günlüğüme son veriyorum, çünkü bazen meydana gelen böyle acımasızca olaylar hakkında defter tutmayı saçma buluyorum.”
İlk bakışta bir erginleşme ve aile hikayesidir Kardeşimin Gölgesinde. Otoriter, asker baba figürünün, kendi izinden gittiği, fedakar, vatansever ve itaatkar olduğu için gurur duyduğu büyük oğlunun ölümüyle değişen hayatı ve bu değişimin “onunla ne yapacağını” hiçbir zaman bilemediği büyük kızı ile tekne kazıntısı küçük oğlunun, yasını sessizce tutan, sağduyulu ve müşfik karısının hayatını nasıl belirlediği üzerine bir metin. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere, kayıp kardeşin gölgesi bundan sonra hep ailenin üzerine düşecektir. Ailenin kaybı ile ulusun kaybı iç içe geçecek bireysel yasın yarattığı travma hafiflerken, Yahudi katliamının ve savaşın acımasızlığının yarattığı kitlesel travma ile yüzleşmek gerekecektir.
***
Birden çok çocuğu olan ailelerde çocuklar arası ayrım bir tabudur. Her çocuğun eşit sevgi ve ilgi gördüğü iddia edilir. Ama aslında öyle olmadığını içten içe herkes bilir. Çocuklar arasında cinsiyete göre ayrım yapmak bir ölçüde mubahtır bile. Soyun devamını sağlayacağı gerekçesiyle veya aile işinin başına geçeceği, aileyi bir arada tutacağı bahanesiyle erkek çocuk kayırılır. Ona daha fazla ihtimam gösterilir, daha fazla yatırım yapılır. Kız çocuk günün birinde evden gideceği, başka bir aileye dahil olacağı fikriyle yetiştirilir. Bunun yanında, ebeveynler, karakter olarak kendilerine yakın, daha itaatkar, daha başarılı, daha çalışan v.b. buldukları çocuklarına daha çok sevgi ve ilgi gösterebilirler. Çoğumuzun büyüme çağında hissettiğimiz bu ayrımı, yetmişli yıllarda Türkiye’de basın piyasasına fırtına gibi dalan, özel alandaki birçok tabuyu yıkmaya, özel olanı politikleştirmeye niyetli kadın dergileri konu etmişler ve büyük bir tepkiyle karşılaşmışlardı.
Timm de erken yaşta, üstelik “vatan için savaşırken” kaybının ona olan sevgiyi daha da arttırdığı, daha da yüceleştirdiği ağabeyi Karl-Heinz’in ailenin sahip olduğu ilk ve ideal çocuk olarak aralarında yaşayıp gittiğini anlatıyor. Babası ölene kadar, kahramanlık mertebesine yükselmiş ağabeyiyle kıyaslıyor onu. Terazinin ağabeyin oturduğu kefesi hep ağır çekiyor. Tekne kazıntısı ne kadar ağır davranmaya çalışırsa çalışsın… Kız çocuk olarak doğduğu andan itibaren babasında hayal kırıklığı yaratan abla ise kendisini aileye adamasına rağmen babanın ilgisini kazanamıyor. Ölüm döşeğindeyken onunla hesaplaşmak yerine, içindeki duygusal boşluğu doldurmak için olsa gerek, geçmişi tahrif ederek bir baba-kız güzellemesi yapıyor. Uwe Timm, ailesinin yabani ot bürümüş, karanlık arka bahçesinden geçerek hayata karışacak yaşa geldiğinde aile birliğinin uzantısı olarak ulus ideallerine dolanan zehirli sarmaşığın yarattığı yıkımla hesaplaşıyor.
Anne ile babanın oğullarının yasını tutma biçimlerinin farklılığı anlatı boyunca politik bir duruş olarak çıkıyor karşımıza:
“Baba, kayıp yüzünden anneden çok acı çekti. Anne yas tutarken ağabeyle vedalaşmıştı, öfkesi bir nesne buldu, ‘çapulcu çetesi’, bununla Nazileri kastederdi, ama bununla askerleri de kastederdi, bununla ‘yukarıdakileri’ kastederdi, politika yapanları, hükmedenleri.”
“Anne, ‘ne yapabilirdim, ne yapmalıydım? En azından sorup soruşturabilirdim’, derdi. Mahalledeki iki Yahudi aile neredeydi? En azından bu soruyu insanın sadece kendisine değil, komşulara, daha doğrusu herkese sorması gerekirdi. Ancak bir şey dile getirildiğinde, itiraz da oluşabilir.
Bu suskunluk dikkat çekmemeye, ‘birlik’ içinde kalmaya yönelik köklü ihtiyaçla açıklanabilir; mesleki dezavantajlardan, yükselme olasılıklarının azalmasından korkuluyordu, bunların arkasında da rejimin yarattığı teröre karşı duyulan korku vardı. Alışkanlık haline gelmiş korkaklık – tek kelime etmemek”
Bu alıntıda resmedilen korku iklimi ve üç maymunu oynayan itaatkar vatandaş profili tanıdık gelmiştir size. Anlatıya geri dönecek olursak, anne, yasını çekincesizce tutarken, nihayet o yasa sebep olan kişileri, olayları, zihniyeti de görmeyi başarıyor. Gördükten sonra hiç susmuyor. Babanın suskunluğunu ise Primo Levi’ye dayanarak, Almanların en derin suçu olarak görüyor Timm:
“ ‘Sözünü bile etmemek’, ‘biz hiçbir şey bilmiyorduk’la özür dilemeye çalışanların bir sürü gereksiz ayrıntıyla dolu konuşmasından daha korkunçtu. İkinci grup adeta kendini savunma baskısı altında – çoğu kez sorulmadan – hiçbir şey bilememesinin nedenlerini saymaya başladığında, gençlere itici geldi – bunu çok net hatırlıyorum. Yine de, uyanan vicdanları onları şu konuda uyardı: Bir şeyler bilinebilirdi”
Bu noktada yine aile ile ulus iç içe geçiyor. Çocukluğu otoriter bir terbiye anlayışıyla biçimlendiren, bireyselliğin, hayal gücünün, farklılığın ve eleştirelliğin yeşermesine imkan tanımayan zihniyetin “o zamanlar öyleydi”, “başka türlüsünü bilmiyorduk, görmemiştik” savına sığınması gibi:
“(…) annenin, babanın, ağabeyin bilebilecekleri, bilmeleri gereken şeyi bilmemeleri, bilmek istememeli yüzünden, bilmek sözcüğünün eski Yüksek Almanca kökeni wizzan’daki gibi görmek anlamında. Bilmediler, çünkü görmek istemediler, çünkü görmemek için başlarını çevirdiler. Bu yüzden, sürekli iddia edilen şey doğru çıkıyor: Bunu bilmiyorduk – görmek istememişlerdi, görmemek için başlarını çevirmişlerdi.”
Ağlamanın, duygulara, empati kurmanın yaratacağı düşünülen zayıflığa teslim olmanın yasak olduğu bir neslin mensubu olan Timm “non servo”, hizmet etmeyi reddediyorum diyebilmenin “ilerleyen tanklar için siperlerde bombayla gedikler açmaktan daha fazla cesaret gerektirdiğini” gösteriyor bize. Ağlamak ve çekincesizce yas tutmanın zayıflık değil, sağaltıcı ve özgürleştirici bir hesaplaşma biçimi olduğunu da…