Bir kadın anne olmaya nasıl karar verir? Anlatılanlara göre, kimsenin görmediği ama hep bahsedilen o meşhur ‘biyolojik saat’ kimilerini dürtüyormuş. Beni saat değil mahalleli dürttü. Okulu bitir, para kazan, meslekte tutun derken 40’ıma merdiven dayamıştım ki, “tren kaçıyor, aman dikkat!” uyarılarını daha sık duyar oldum. Bir kadın anne olmaya nasıl karar verir sorusuna, kimsenin hoşuna gitmeyebilir ama vereceğim cevap şudur: ‘Bu kadar sinek yanılıyor olamaz, bu naneyi ben de yemeliyim!’ diyerek anne oluyor kadınların çoğu. E nasıl olmasınlar! Böylesine güçlü, yaygın ve fütursuz propagandaya kafa mı dayanır?
Yaklaşık 5 yıldır anneyim. Rahatsız edici boyuttaki fedakârlığın ve pek çok dayatmanın yaşandığı hamileliği de anneliğe dâhil etmek lazım diye düşünürsek, ki düşünmeliyiz, ‘yaklaşık 6 yıldır anneyim’ demeliyim. Geç anne oldum ve inanın ‘ne halt etmeye oldum!’ dediğim günün sayısını bile hatırlamıyorum. İkiz olduklarından herhalde, bir çeşit ‘aşırı doz’a maruz kaldığımdan mıdır nedir, buğulu gözlerle çocuklarıma bakıp “Bu, yeri doldurulamaz, karşılıksız, tarifsiz bir sevgi!” gibi beylik laflar ettiğim tek bir günü de hatırlamıyorum.
Gecenin bir vakti, doktoru arayıp “Aldırmak için çok mu geç?” diye sorduğumda çocuklar bir yaşında ve topaç gibilerdi söylemesi ayıp. ‘Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor’ anonim sözünün içerdiği derin anlamı o gece kavradım.
Evden uzaklaşıp bir başıma kalamadığım 30 ay boyunca modern annelik biçimleri, erkekliğin dayanılmaz hafifliği, kadınların yükünün ağırlığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, roller vs. üzerine epey düşünme ve gözlemleme fırsatım oldu. Kendimi kimi zaman filozofik tespitler yaparken buldum kimi zaman kadınların cinayet işlemek için bu kadar çok sebebi varken neden katil erkeklerin sayısının daha fazla olduğunu düşünürken.
Bir kadın dostu olarak ‘kız kardeşliğin’ gerçek anlamını da anne olduktan sonra idrak ettim. Her başım sıkıştığında onları aradım, çocukları onlara emanet ettim, işime dönmek için onlardan destek aldım. Ruh sağlığımı kaybetmediysem eğer bunu kadınlara borçluyum.
Sorumluluk alamayan insanlardan derhal uzaklaşılması gerektiğini anlamam da bu döneme rastlar, birlikte yaşadığı hayvanlardan ‘çocuklarım’ diye bahseden ve onları benim veletlerle mukayese ederken “benim çocuklar da seninkiler kadar iştahlı teyzesi!” diyen şehirli arkadaşlarımdan arama mesafe koymam da. Bilginin, on binlerce yıllık birikimden ne emeklerle damıtılarak geldiğini görünce insana duyduğum saygı ile modern kent yaşamı hastalığı ‘aşırıcılık’tan duyduğum tiksintinin başa baş gitmesi de annelikle olmuştur. 30’lu yaşlarımın başından itibaren dert edindiğim “sınır” kavramının somut karşılığını da çocuklarımla keşfettim. Sınırları öğretmezseniz sadece sizin değil onlarla temas eden herkesin nasıl yara alabileceğini anlamanız hiç uzun sürmüyor.
Anne olmaya karar verdiğim günden itibaren her günümün zor geçtiğini söylemeliyim. Hani diyorlar ya, nasıl büyüdüler hatırlamıyorum! Ben her saniyesini hatırlıyorum.
İzlemek istediğim hiçbir filmi izleyemediğimi, okumak istediğim kitapların listesinin giderek uzadığını, kafa dinlemek için kendimi evin banyosuna 10’ar dakikalık dilimler halinde kilitlemek zorunda kaldığımı, gürültü sevmeyen biri olarak bütün gün kaç desibel gürültüye maruz kaldığımı düşündükçe kendime acıdığımı, hayatı yeni keşfeden iki minik insanla yaşamanın zorluklarının yanı sıra eğlenceli yanlarını da görmenin hayatı daha renkli kıldığını, sokaktan eve giremediğimizi, 42 yaşımda kaykay yapmayı denediğimi… Artık başka bir insanım. Çocuklu hayat bana pek çok şey öğretti. Ben ‘olgunlaştım’ demeyi tercih etsem de içten içe çöktüğümü de hissediyorum. Saçlarım beyazladı, omurgam yuvarlandı, omuzlarım düştü.
Yaşadığım her zorluğu anlıyor, anlamlandırıyor, başa çıkmanın bir yolunu buluyorum. Bulmak zorundayım çünkü. Sadece bir tek şeyi anlamakta zorlanıyorum hâlâ. Bir insan için harcanan emeğin büyüklüğünü… Nefes aldığım her saniye bunu görüyor ve şaşırmadan edemiyorum.
Yeni doğan bebeğini 20 dakikada bir emzirmek için çırpınmak; göğsünün ucu kopmasına rağmen emzirmeye devam etmeye çalışmak; gözleri görüyor mu, kulakları duyuyor mu diye endişeyle beklemek; engelli doğduysa eğer tüm dünyaya karşı verilecek iki kişilik bir mücadelenin parçası olmak; ateşi çıktığında sabaha kadar başında nefes alıyor mu diye nöbet tutmak; aylarca uykusuz kalmak; kar yağdığında nasıl kartopu yapacağını öğretmek; ağaca çıkmasını teşvik etmek; tadı güzel olan yiyeceklerin çoğunun zararlı olduğunu asla anlamak istemese de bıkıp usanmadan tekrarlamak; kahvaltıda dondurmaaa diye ağlamasına direnmek; birlikte yumurta kırmak, hamur yoğurmak; öfke krizi geçirdiğinde kontrolü kaybetmemek için dişlerini sıkmaktan çeneden olmak; vicdanlı insan olsun diye tane tane anlatmak, bir kez daha bir kez daha anlatmak; paylaşmayı öğrensin diye evde arkadaşlarını ağırlamak; çoluk çocuk birbirinden farklı evlere, hayatlara taşınmak; kimi zaman doktor kimi zaman öğretmen ama çoğunlukla oyun arkadaşı olmak ve bütün bunları yaparken kontrolü elden bırakmamak; emeğe saygı duymasını öğretmek; rekabete girdiği kardeşinin gözünü oymasın diye hep tetikte olmak; ‘öz bakım eşittir özgüven’ ilkesinden hareketle tuvaleti nasıl kullanacağını, ellerini nasıl yıkayacağını anlatmak; toplumsal kuralları bir bir izah etmek, topluluk içinde geğirmenin neden ayıp kabul edildiğine onu ikna etmeye çalışmak…
Doğurduğun çocuğa ‘insan’ olmayı öğretmekse annelik, 67 gündür aç olan Nuriye ile Semih’in annelerinin ve anneler gününde onlarla dayanışmak için bir günlük açlık grevine giren Ali İsmail Korkmaz ile Ahmet Atakan’ın annelerinin, ağlamaktan gözyaşı pınarları kuruyan Kemal Kurkut’un annesinin ve ağlayan binlerce ananın halini varın siz düşünün.