Ağrı eşiğim düşükmüş, öyle dediler

Sızı da ağrı kadar insanı acıtan bir şeymiş. Daha ince, daha sinsi üstelik… Yanma, iğne batması, derinin incelmiş olduğu hissi… Sanki yüzeye yayılmış bir acı. Dokunsan acıyor, dokunmasan acıyor, sarmalasan, üstünü açsan, soğutsan, ısıtsan… Bedenim ağlıyor sanki. Susmak bilmeyen bir çocuk gibi. İncinmiş ve ne zaman susacağına kendisi karar verecek.

Beyhan Sunal bsunal@gazeteduvar.com.tr

“İlacın etkisi geçti galiba” diyorum hemşireye. Aslında geçeli epey oldu ama önceki ameliyatımdan biliyorum, öyle hemen ağrı kesici vermeyecekler. Biraz dayanıyorum ve sonunda en acı çeken halimle ağrı kesici istiyorum.

“Biraz sonra getireceğim” diyor hemşire. “Çok ağrım var” diyorum acele etsin diye, “sizin ağrı eşiğiniz biraz düşük galiba” diyor bu kez.

Ağrı kesici krizlerinde hemşirelere karşı hiçbir zaman kazanan taraf olamadım. Ağrı eşiğini nasıl ölçtüklerini bilmiyorum. Bunca yılın deneyimi, vardır bir bildikleri diye düşünmeye çalışıyorum ilk günlerde. Kendi adıma bu eşiği yükseltmek için epey mücadele verdiğimi de düşünüyorum. Henüz bana haksızlık edildiği noktasına gelmedim. Ama tıbbın bir şekilde doğuştan ya da hastalanarak dezavantajlı olan insanlara çare bulmak için varolan bir bilim dalı olduğunu da düşünmeden edemiyorum.

Eşiğim düşükse ağrı mı çekeyim demek istiyorum. Doğal seleksiyon mu var burada da?

15 santimlik bir kesik var dizimde. Fizyoterapistin söylediğine göre, 5 santim kadar da derinlemesine girilmiş. Genel anestezi yapılmadığı için bütün o sesleri duydum. Matkap, çekiç, vida, menteşe…  Biraz dişçi koltuğu gibi düşünmeye çalışıyorum. O sırada canının acımaması önemli, bunlar sonrasında seni iyileştirecek. Sıkıntının büyüğü anestezinin etkisi geçince başlayacak. Ama durumu anlık yaşamaya kararlıyım; başına gelene kadar keyfini çıkart…

Ve odaya çıktıktan kısa bir süre sonra bedenimle sınavım başlıyor. Kopya yok, ezber yok. Başlangıç saati belli. Hemşire elinde ağrı kesici iğne ve serumla geldi. Bundan sonrası gelişine göre yaşanacak.

Ağrı çok inatçı. Yaralar yeni. İlaçların etkisi sınırlı kalıyor. Bir de ağrı eşiğimi ölçen hemşirelerin inadı.. İki ateş arasında kaldım. Çantamda ağrı kesici zulam var bu kez. İlkinde kaptırmıştım ilaç çantamı. Bu sefer hiç göstermiyorum. Onların da sınırlarını koruyarak, durumu idare ediyorum.

Ama hesaba katmadığım şey sızı. İlk ameliyatımda yarım protez takıldığı için kendini göstermeyen sızı, en kötücül yüzüyle benim gelişine vuruşlarımı taca çıkartıyor.

Sızı da ağrı kadar insanı acıtan bir şeymiş. Daha ince, daha sinsi üstelik… Yanma, iğne batması, derinin incelmiş olduğu hissi… Ağrının bir odak noktası var; bastır, buz koy, ovala… İlaç belli ölçüde çözüm oluyor. Ama sızı, sanki yüzeye yayılmış bir acı. Dokunsan acıyor, dokunmasan acıyor, sarmalasan, üstünü açsan, soğutsan, ısıtsan… Bedenim ağlıyor sanki. Susmak bilmeyen bir çocuk gibi. İncinmiş ve ne zaman susacağına kendisi karar verecek. Yanımda kimseye tahammülüm yok. Her türlü teselliyi, avutmayı, güçlüsün dayanırsın gaz vermelerini duymak istemiyorum. Bu bir savaş değil, güçlü olmak zorunda da değilim. Sadece bedenimin ihtiyacını anlamaya çalışıyorum. Yaralarının iyileşmesini bekliyorum.

“Psikolojiniz bozulmuş sizin” diyor doktor. Doğrudur diyorum, canım yanıyor. Bu sızıyı dindirecek bir ilaç vermesini bekliyorum. Kafasını bilgisayardan kaldırmadan ameliyatımın çok iyi geçtiğini, her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Ben daha toparlanmadan sonraki hastaya sesleniyor hemşire.

***

Bozuk psikolojimi, düşük ağrı eşiğimi ve içimde çocuk gibi sürekli ağlayan sızımı bağrıma basıp bir eczaneye giriyorum.

Kolu askıda bir eczacı. Tamam diyorum içimden, halden anlar. Ameliyat oldum diyorum. Derdimi anlatıyorum. Bir ilaç istiyorum. Hatta bir doktor arkadaşımın önerdiği ilacın ismini söylüyorum. Onlar reçeteli ilaçlar diyor. Veremiyoruz. Kaç liraysa vereyim diyorum. Ucuz ilaçlar ama reçeteli diye yineliyor.

Psikolojim bozulmuş, doktor öyle söyledi diyorum. Ciddiye almadı sızımı. Ama canım yanıyor gerçekten. Yapacak hiçbir şey yok mu?

Ses çıkartmadan içeri gidiyor eczacı. Elinde bir kutuyla geliyor. Etiketi kesik bir kutu. Şansınıza birisi bunu bize bırakmış diyor. Bizim işimize yaramıyor, siz ihtiyacı olan birine verirsiniz demiş bırakan kişi. Tamam diyorum telaşla, kaç lira vereceğim? Ücretini ödemişler diyor eczacı. O insanlara dua edersiniz.

İlacı bir mucizeyi tutar gibi elime alıyorum. Ve evet bu bir mucize. Kapıdan çıkarken gülümsüyorum. Kutunun üstünde “NERUDA” yazıyor. 600 mg film kaplı tablet.

İlacın adını veren doktor arkadaşım, kolu askılı eczacı, ilacı askıya koyan güzel insan ve hikayenin şiire bağlandığı kutu: NERUDA, 600 mg. Film kaplı tablet.

Filmi geri sarıp, ağrımı sızımı umursamayan –haklı gerekçeleri olsa da- hemşirelere, doktorlara şunu söylemek istiyorum: Ağrının da sızının da duygusal bir yanı var. Ağrıyı, sızıyı tarif etmek hiç kolay değil. Hastalık yok hasta vardır diyor ya bazıları, ağrı eşiği ile, psikoloji ile etiketlemeyin insanları demek istiyorlar. İğne batsa insanın canı orada olur ya, o canı küçümsememek gerek belki de. Herkesin canı kendine tatlı, herkesin acısı kendine büyük olmamalı. 

Herkesin bir Neruda'sı olmalı belki de. Bir yerlerde sağaltmayı bekleyip, ben iyileştim, başkalarına vesile olayım diyen birinin yazdığı bir dizeyle çıkıp gelmeli. Ağrıları iyilik sağaltmalı ve bir şiiri yaşamakla başlamalı her şey. 

Tüm yazılarını göster