“Şehirler arası yolda otobüsle giderken bir şey fark ettiniz mi?
Hani geceyle gündüz arasında, böyle orta nokta gibi bir yerde asılı
kalır zaman. Yol durağanlaşır, tekdüze bir ritimle geriye doğru
akar. Sen ilerler gibi hissetmezsin ama. Hiç bilmediğin uçsuz
bucaksız bir yolda asılı kalmıştır sanki hayat. Hangi şarkı
olduğunu çıkaramadığın, arka fon olmuş bir müzik, kendine bile
yabancı bir tondan ve boğukluktan boşluğa akar. Çok kayıp bir
andır. Uzuvlarını uyuşturan donduruculukta dehşetli bir an.
Muhabbetler, tartışmalar, çocukların bağırış çağırışı her şey ama
her şey son bulmuş. Sadece uğultulu bir sessizlik var. Ara ara
derin nefes ve horultu sesleri. Bir de yandan hız yaparak geçen
birtakım araçların saniyelik vınlaması. Bir an içip yanıp sönen
ışıklar. Hep bakakaldığın boş gözlerle.” (Karin Karakaşlı,
“Hikâye inandığındır, hayat
yaşadığın”)
Otobüs yolculuğu ile ilgili, yıllar boyu yaşayıp da şimdi kâğıda
dökmeye çalıştığım bir duyguyu, Karin Karakaşlı'nın “Ah,
Asuman!” filmiyle ilgili yazısını okuyunca, betimlemeye
çalışmaktan vazgeçip kendisinden alıntıladım, böyle güzel
anlatamayacağım için.
Bir hikâyeyi kısa film ile anlatmak herhalde hiç kolay değildir.
Bir kısa film hakkında, onu sahne sahne anlatmadan yazmanın ne
kadar güç olduğunu da okuduğunuz yazının başına oturunca
anladım.
Pencereler, pencere fotoğrafları ve pencereli film-tiyatro
sahneleri... Ayrı görünmelerine karşın birbiriyle temas halindeki
insan ve mekânları gösteren kareler... Seyredebildiklerim içinde en
etkileyici örneklerden birinin, Miller'ın “Satıcının
Ölümü” adlı eserinin sinema versiyonu (1985'te Volker
Schlöndorff tarafından yönetilen) olduğu düşünürüm. Pencereler ve
birden çok hikâyeyi birbirine teyelleyerek anlatma konusunda Woody
Allen'ı da etkileyici buluyorum. Çok sıkıldığım zamanlarda, uzun
yürüyüşler esnasında yanından geçtiğim bol pencereli binaların
içinde, her bir ışıklı pencerenin ardında birbirine benzemezlerin
yaşadığını, kim bilir ne dertleri olduğunu düşünmek rahatlatıyor.
Sanırım insana huzur veren şeylerden biri de, olsa olsa bir kum
tanesi kadar yeri olduğunu hissetmesi. Hiç tanımadığın ve tanışma
ihtimalinin de pek olmadığı sayısız insanın bir yerlerde bambaşka
hayatlar sürdüğünü bilmek, örneğin.
Uzun otobüs yolculuklarında da yaşadığım biraz böyle bir his
sanırım. Hiçbir zaman sevmediğim, ama neredeyse çeyrek yüzyıl
boyunca sürekli çıkmak zorunda kaldığım otobüs yolculuklarının en
anlamlı yanı, birbiriyle hemen hiç konuşmayan, tanışmamış onca
insanın, kederleriyle, sevinçleriyle, endişe ve heyecanlarıyla,
kalabalık içinde kendi hayatlarını sürüyor oluşlarıydı. Aynı
binadaki pencerelerden sızan ışıklar gibi. Ümit Kıvanç'ın yönettiği
“Ah, Asuman!” bir otobüste geçiyor ve herhalde, bu yüzden
de çok sevdim.
Ümit Kıvanç, yazılarını ve belgesellerini yıllardır takip
ettiğim bir gazeteci-yazar-belgeselci. Tüm çalışmalarını, kendi
tabiriyle “bugüne dek hiçbir ana akım medya kuruluşunda
gösterilmeyen” nitelikteki belgesellerini aynı sevgiyle seyretmiş
olsam da, “Uçurtmam Tellere Takıldı”nın ayrı bir yeri var.
Hâlâ her yıl bir-iki kez seyrediyorum bu Ahmet Kaya belgeselini.
Selahattin Demirtaş'ın “Ah, Asuman!” adlı hikâyesini
(Seher, 2017, Dipnot), yazar Gaye Boralıoğlu ile birlikte
senaryolaştırıp yönetmiş Ümit Kıvanç. Yapımcısı, Çiğdem Mater.
Hikâyenin yazarı, partisi seçim barajını geçtiği, “seni başkan
yaptırmayacağız” dediği ve çok yetenekli bir siyasetçi olduğu,
ezcümle memleket siyasetinde belirleyici etkisi nedeniyle cezaevine
konulan Selahattin Demirtaş. Evet, gerçekte bu gerekçelerle içeride
Demirtaş (ve pek çoğu); eh bir muhakeme var elbette, henüz o
'prosedür' tümüyle yok sayılmıyor.
Film, 1 Eylül Barış Günü’nde, Altyazı Sinema Dergisi'nin
kanalında (YouTube) gösterildi. Benim seyrettiğim mecra Ümit
Kıvanç'ın “vimeo” sayfası. Lütfen siz de Kıvanç'ın
kanalından seyredin, çünkü yayınlanır yayınlanmaz malum Anadolu
irfanı harekete geçmiş ve sahte isimlerle açılan kanallar seyirci
avına çıkmış.
Yazan Selahattin Demirtaş, yöneten Ümit Kıvanç olunca hayli
siyasi bir hikâye bekliyor insan ama hiç öyle değil. Siyasi içerik,
asıl hikâyenin önüne geçmesine izin verilmeden satır aralarına
serpiştirilmiş. Kısa film, sevimli ve mizahî. Başrolde iki erkek,
otobüs sürücüsü Fahri (Settar Tanrıöğen) ve hukuktan yeni mezun
Ahmet (Halil Babür) var. Özellikle Tanrıöğen'in her zamanki şahane
oyunculuğundan söz etmeden geçmek mümkün değil. Uzun yol şoförü
Fahri. Yol uzun olunca, zaman geçirecek bir şeyler gerek tabii ve
Fahri, toy hukukçu genç Ahmet'i buluyor o akşam, ertesi gün başka
birine farklı hayatlardan söz edecek belli ki, “iki cigara”
arasında. O anlatırken de, otobüs yolcuları bambaşka şeyler
düşünüyor olacak. Bir erkek yan koltuktaki kadına kaçamak bakışlar
atacak, iki beyaz tülbentli yaşlı kadın kederle önlerine bakacak,
gençten biri okuduğu kitabın sayfalarını çevirecek, iki âşık
sarılıp uyuyacak... Her akşam, ışık sızan pencerelerin aralığından,
hiç tanımadıklarımızın hikâyeleri ve ahları işitilecek.
Film, diğerinin yaşamı üzerinde düşünme şansı tanıyor
seyredenine ve bunu küçük harflerle, bağırıp çağırmadan, basitçe
yapıyor. Sürprizli bir mizahî hikâyeden, nezaket sahibi bir film
kotarılmış. Emeği geçen herkesin eline sağlık, şu devirde insana
iyi gelen bir sadelik bu, var olsunlar...
İklim krizi notu:
“Açık Yeşil kitabının hazırlandığı şu sırada gezegendeki
hayatın, dünyanın milyonlarca yıldan beri gördüğü en tehlikeli ve
kaotik durumlardan birinin içine doğru hızla kaydığını gösteren
sayısız araştırma ve haberle haşır neşir olmaktaydık maalesef.
İklim değişikliğinden, böceklerin tümünün yok olmasına, Rusya'da
kutup ayılarının kasaba sokaklarına doluşup evlere girmesine, ada
ülkelerinde martıların toptan yok oluşa gitmeye başlamasına,
balıkların milyonlarcasının nehirlerde sıcaktan boğulmasına,
denizlerin yükselmesinden, ekolojik yıkım görüntülerine, birbirini
izleyen aşırı sıcak, aşırı soğuk hava olaylarına ve gittikçe
kabaran zorunlu göç dalgalarına, savaş ve hatta nükleer savaş
tehlikesinin yükselişe geçmesine kadar birçok haber neredeyse her
gün gözümüze çarpmaktaydı.” (Açık Yeşil, Ömer Madra/Ümit
Şahin)