Sosyal medyada herkesin, her türlü üzüntüyü, sevinci, mutluluğu, kızgınlığı, acıyı istediği gibi yaşaması taraftarıyım. Yani öyle sanıyordum.
Bugüne kadar, birisi hepimizi üzen bir olayın ardından, “Yeter! Bu kadar acı yetmedi mi? Daha kaç can istiyorsunuz ya?” diye yazdıktan birkaç dakika sonra, “Kankamla kahve keyfi (gülen surat)” yazdığında, hiç kötü bir şey düşünmedim.
İnsan bazen, bazı şeylere çok üzülüp sonra aniden keyiflenebilir. Çünkü insanlık, bunu gerektirir. Nitekim, belki de arkadaşıyla buluşmak üzeredir ve çok üzgündür, sonra arkadaşıyla buluşur ve hâlâ üzgündür, sonra bu konuyu konuşmuştur, arkadaşı da onu teselli etmiştir, “üzülme” demiştir ve üzüntüsü hop diye geçmiştir. Bunu bilemeyiz.
Başka birisi, bir terör saldırısından sonra “en kanlı ve yürek dağlayan fotoğrafı, en hızlı paylaşma” yarışında birinci olmak için, türlü türlü fotoğraflar koyup altına “İnanamıyorum yaa, çok acı (üzgün surat)” yazdığında…
Hemen arkasından da denize bakan kırmızı ojeli ayaklar ve yarısı görünen hasır şemsiye fotoğrafı koyduğunda... Altına da “Yaşasın bazı tatiller (gülen surat)” yazdığında… Bunu da çok normal karşıladım.
Sonuçta, ölüm başka bir şeydir, tatil başka. Memleket işleriyle özel işleri karıştırmamak gerekir. Böyle bir insan için “Aferin, bir yandan tatilde olduğunu haber verirken, bir yandan da teröre inanamıyor. Tatilini bile, duyarlı bir kimlikle yapıyor!” diye düşünmek; onu tebrik ve takdir etmek gerekir.
Başka birisi, 1 (evet, bir) yaşına giren çocuğuna hitaben “Minik kuzum, sen hayatımıza gireli tam bir yıl oldu. İyi ki doğdun, hayatımızda ışık ve ses gösterisi oldun (kalp)” yazdığında, “Neden? Neden?” diye kafamı duvarlara vurmadım.
Çocuklar türlü türlüdür. Bu yeni nesil, iyice başka türlü. Hepsi çok zeki, hepsi çok akıllı. Belki bunun çocuğu da yürümeyi öğrenmeden, okuma yazma öğrenmiştir, sosyal medyaya hakimdir. Ailesi onunla sosyal medya üzerinden iletişim kuruyordur. Dünyada neler oluyor, bu neden olmasın?
Bir de yine çok sakin karşıladığım ve son derece şuurlu bulduğum, vefat haberi beğenicileri var. Mesela, arkadaşı “Babamı kaybettik, üzgünüz.” yazıyor, bu da hemen “beğen”e tıklıyor. İşte böyle durumlar olduğunda, kimse için “Yahu adamın babası ölmüş! Bunun nesini beğeniyorsun?” demedim.
Hep şöyle düşündüm: Sosyal medyadaki bu tarz durumları, bu kadar ciddiye almamak gerekiyor. Bugün bir sürü şeyi, sosyal medya sayesinde duyuyoruz, öğreniyoruz, haber alıyoruz. Biz onlara bakalım, hayatını böyle yaşayan insanları da rahat bırakalım. Samimiyetsizliği, kendini başka türlü göstermeye çalışanları, şov yapanları, yalan dolan işleri yargılamak bize mi kaldı?
Çok saygılı ve olgun bir yaşantım vardı.
Ta ki…
“Be çocuk” furyası başlayana kadar.
“Be çocuk”, sosyal medyada çocuklarla ilgili üzüntüleri farklı, havalı ve entelektüel şekilde anlatmak için kullanıldığından şüphelendiğim bir kalıp. Başına mutlaka “ah, of, affet bizi, başaramadık, ne yaptın, yapma” gibi kelimeler ekleniyor.
Bu kalıbın tarihsel kökeni, Can Yücel’in, Deniz Gezmiş için yazdığı “Mare Nostrum” şiirine dayanıyor (bence). Şiir, “Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” dizesiyle bitiyor. Bu şiiri, Edip Akbayram’ın “Aşk olsun sana çocuk” şarkısı olarak bilenler de var.
İşte oradan, günümüze kadar “Ah be çocuk!”, “Of be çocuk!”, “Ne yaptın be çocuk?”, “Ne desem bilemiyorum be çocuk!” gibi şekillerde geldi.
Keşke gelmeseydi…
Herkes üzüntüsünü normal normal yaşasaydı. Ama olmadı.
Parkta oynarken düşen çocuğuna “Eeeh! Sana kaç kere düşeceksin dedim! Yürü eve!” diye bağıranlar, sosyal medyada başka çocuklara “Niye düştün be çocuk?” diye fısıldadı.
Oysa, herkes üzülebilir ama herkes şair olmak zorunda değildir. “Şiirsel bir şekilde üzüleyim” diye, bu kadar çaba gösterilmesinin sebebi nedir, ah be okuyucu?