Yavru allı turnalar Tuz gölü susuz kalınca topluca öldü. Göl
yüzeyine serilmiş kuş ölüleri gözümün önünden gitmiyor.
Türkülerimizde acımızı paylaştığımız, gönül kırıklığımızı, boynu
büküklüğümüzü varsın gitsin, eğer sual ederse yârimize söylesin
dilediğimiz allı turnalara nasıl da kıydık? O güzelim kuşları asla
seçmeyecekleri bir ölüme gönderirken elde ettiğimiz faydaya değdi
mi? Kuşlarla birlikte sanki türküler de sustu:
Allı turnam bizim ele
varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal
söyle
Gülüm gülüm kırıldı
kolum
Tutmuyor elim turnalar
ey
Ah gülüm gülüm yar
gülüm
Kız gülüm gülüm turnalar
ey
Eğer bizi sual eden
olursa
Boynu bükük benzi soluk yar
söyle
Rize’yi de sel bastı. Bentleri aşan coşkun suyu izlerken içime
düşen ürpertiden kurtulamıyorum. O güzelim vadilere HES’ler yapıp
doğanın dengesini alt üst ederken ne yaptığımızı biliyor muyduk?
Birbiri ardına felaketler yaratıyoruz. Aptallığımızla gezegeni
tüketiyoruz gün be gün.
Müsilaj temizlenmiş güya. Oysa yüzeyden vidanjörle çektiğimiz
salyayı gözlerimiz görmeyince temizlenmiş olmuyor deniz.
Derinliklerinde neredeyse oksijen kalmayan koskoca Marmara artık
ölüm döşeğinde. Güzelim denizi elbirliğiyle yok ettik.
Ardı ardına gelen felaketleri hep birlikte suskunca izlerken
bugün refah sandığımız yaşam tercihlerimizin kendi sonumuzu
hazırladığını anlamamakta ısrarcıyız. Nereye kadar? Her gün
etkisini iliklerimizde hissettiğimiz otoriter rejimin ekonomik,
sosyal ve ideolojik tercihlerinin yaşadığımız kentlerde, ekolojik
sistemde yarattığı dönüşümü, tahribatı anlatmaya sayfalar yetmiyor.
Bu konuda her gün yazmak, hiç susmamak, hep birlikte doğayı geri
almak için mücadelenin bir parçası olmak gerekiyor. Beton, maden,
rant… İlle de para ille de para… Bugün zenginsin, yarın ölü. Oysa
çocuklarımızın daha çok paraya, ranta değil, temiz suya, bol
oksijene, gölgesinde eğlenecek ağaçlara, allı turnalarla söyleşmeye
ihtiyacı var: “Akşam olsun allı turnam dön geri”.
Rejimin toplumsal, ekonomik, ideolojik tercihleri yaşantımızı
tepeden tırnağa etkiliyor. Yoksullaşıyoruz. Tuz gölü gibi
kuruyoruz; ülkenin toprakları gibi çoraklaşıyoruz. Artık sürgün
veremeyen, hasta ağaçlara benziyoruz. Ölmedik. Can çekişiyoruz.
Sanki bir çekirge istilası altındayız. İstilanın bitmesini
sindiğimiz köşemizde beklerken umutlarımızı çekirgelerin
kanatlarına yüklüyoruz. Beklemek yerine eylemekken çare, üzerimize
sıvanan çekirgeleri silkip atacak cesaretten yoksun gibiyiz. Teslim
olmak kolay olanı, sonucu dile gelmez bir dehşet olsa da. Oysa
sadece kolunu kaldırıp bir başkasının elini tutacak kadar cesarete
ihtiyacımız var. Hepsi bu.
Son olarak 15 Temmuz üzerine birkaç sözüm var. Şöyle geriye
dönüp bakınca gördüm ki şu ana kadarki ömrüme hiç azımsanmayacak
sayıda darbe, muhtıra, darbe girişimi vesaire sığmış. 12 Mart
Muhtırası ilk hatırladığım. Henüz ilkokuldaydım. Muhtırayı takiben
ilan edilen sıkıyönetim sırasındaki sokağa çıkma yasakları, daha
çocuk yaşımda zorla evlere kapatılmanın, özgürlüklerinden mahrum
bırakılmanın ne demek olduğunu öğretmişti bana. Kitapların suçlu,
birtakım imgelerin temsil ettiklerinden öte tehlikeli imalarla dolu
olabileceğini de o sıralarda öğrendim. Yıllar sonra bunun
“sübliminal mesaj” versiyonuyla tanıştım.
1978’de üniversite öğrencisiydim. 12 Eylül’e giden yolun
taşlarının nasıl döşendiğini anlayabilecek kadar politik okur
yazarlığa sahiptim. 12 Eylül darbesi, adaletin “bir sağdan, bir
soldan idam edelim” zihniyetine nasıl teslim edilebileceğini
gösterdi. Yaşı büyütülen gencecik çocuklar, bu zihniyetle asıldı.
Bu zihniyetin temsilcisi, uygulayıcısı, yürütücüsü Kenan Evren’in
donuk, insanlıktan uzak yüz ifadesi aklımdan çıkmıyor. Allı
turnalara kayıtsız kalanlarla aynı kumaştan bir asker… Yaşamı
hiçleştiren, ölümü denetimin aracı kılan düpedüz faşist 12 Eylül
rejiminin yansısını onun kıpırtısız yüz çizgilerinde
bulabilirdiniz. Çok genç bir sanatçının, Batuhan Keskiner’in, henüz
kamuyla paylaşılmamış bir video kolaj çalışmasında o yüzü,
idamlarla ilgili konuşurken o yüze yerleşen eğreti gülüşü içim
burkularak hatırladım. Aynı çalışma, 12 Eylül faşizminin sembolü
olabilecek bir şarkıyla yeniden karşılaştırdı beni. Müşerref
Akay’ın seslendirdiği Türkiyem adlı şarkı bu. O
sıralarda yakasına Ayyıldız işlenmiş kırmızı bir tayyör, sapsarı
saçlarının üstüne kondurulmuş kırmızı bir keple sahneye çıkan
Akay’ı izlerken, sanki ari Alman ırkının bir temsilcisini izler
gibi oluyordunuz. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” ideolojisi,
sayısız düşmanla sarılmış Türk ırkını korumayı bir ödev olarak
dayatıyordu. Şarkı da bunu zihinlere nakşetmek için bestelenmiş,
TRT ekranlarından seyirciye ulaşan benzerlerinden sadece biriydi.
12 Eylül ideolojisinin sac ayağını oluşturan Türkçü aşırı
milliyetçiliğin, İslamcı muhafazakarlığın ve yeniden yorumlanan bir
Atatürkçülüğün bütün unsurları vardı o şarkıda.
Kültürel çölleşmemiz o zaman başladı. İnançlar yerinden edildi.
Hayatlar, kökü dışarıda düşmanlara karşı olduğu zannıyla yel
değirmenlerine savaş açılarak alt üst edildi. Abartılı bir “feda”
kültürüne teslim olduk hep birlikte. “Feda” kültürü, “şehitlik
güzellemeleri”, bizatihi devletin mafyatik bir örgütlenmeye
dönüştürülmesinin meşruiyet zırhı haline gelirken de hep birlikte
seyirci kaldık. Meğer etrafımız hepsi potansiyel düşman, katli
vacip olan çeşit çeşit insanla doluymuş; onlar yüzünden bir türlü
onmuyormuşuz.
Vah sana düşmanlarla sarılı garip Türkiyem! Aradığı kurtarıcıyı
bir bulup bir yitirmiş Türkiyem! Gördüğü her mavi gözde
kurtarıcısını arayan Türkiyem! Masaya yumruğunu vuran herkesi
kahraman sanan Türkiyem! Saldırdığı yel değirmenlerinin taşlarında
kendini öğüte öğüte toza karışmış Türkiyem! Bir darbe girişiminden
iktidarın türettiği destanın ölümü kutsayan anlatısında kendini
kaybeden çocukların ülkesi Türkiyem! Faşizmin ahtapot gibi etrafını
kuşatan kollarında sözüm ona vatanın ana kucağı sıcaklığını
bulduğunu sanan insanların ülkesi Türkiyem! Yoksulluğun
soluklaştırdığı, renksizleştirdiği hayatlarını, özgürlüklerini,
renklerini, kanını emenlere feda edenlerin ülkesi Türkiyem!
Ne ironi ama!