Birbirinden bağımsız gibi görünen olayları genel kategoriler altında birleştirdiğinizde büyük resmin içinde öne çıkan yapısal eğilimleri kavrayabilirsiniz. Bu yapısal eğilimler, tek başına istisnai durumlarmış gibi görünen bir takım olayların sistemik sorunların sonucu olarak ortaya çıktığını, bütünün içinde bir işlevi karşıladığını gösterir. Haftalardır gündemi meşgul eden sosyal medya fenomenlerinin kara para aklama sürecine dahil olması da Fatih Terim fonu olarak adlandırılan saadet zinciri vakası da aslında buzdağının görünen yüzü. Bu örnekleri Halk Bankası ve Rıza Sarraf vakasından, Yeniköy’de öldürülen Sırp çete liderinden, Komançero çetesinden ya da bu hafta İstanbul’da yakalanan Rus mafya lideri Şamil Amirov’dan bağımsız, apayrı düşünmek mümkün değil. Bu büyük ölçekli yolsuzluk şebekelerinin ötesinde sıradan vatandaşın sınırlı gelirine ya da birikimine göz koyan telefon, sms, internet dolandırıcılıkları da her geçen gün mutasyona uğrayarak çoğalıyor, bilişim suçlarına yönelik koruyucu ya caydırıcı önlemler çare olmuyor. Peki Türkiye’nin yolsuzluk, yasadışılık ve kayıtdışılık konusunda geldiği nokta, yani artık göz ardı edemeyeceğimiz boyutlara ulaşan bu yapısal eğilimler hangi sistemik sorunlarla açıklanabilir?
BU NASIL BİR KAPİTALİZM?
Bugün Türkiye ekonomisinde yaygınlaşan, neredeyse tanımlayıcı bir düzeyde gözlemlenen yolsuzluk, yasadışılık, kayıtdışılık, mafyalaşma gibi durumlar yalnızca bugüne özgü olmadığı gibi yalnızca Türkiye ile de ilgili değil. Ama bu sürecin başlangıcına dair bir milat belirlemek gerekirse 1980’lerdeki hızlı dışa açılma ve deregülasyon sürecinin belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim bundan sonraki dönemde hayali ihracatlar, banka hortumlamaları, İSKİ skandalı ve benzeri örnekler bu hızlı geçişin olumsuz sonuçları oldu. Bugünü erken liberal dönemden farklı kılan bir başka değişken küreselleşmenin de etkisiyle birlikte Türkiye’nin küresel suç ekonomisine eklemlenmiş olması, dolayısıyla yolsuzluk, kayıtdışılık ya da yasadışılık gibi sorunların artık sınırötesi bağlantılarla başka bir boyuta ulaşması. İkinci bir fark ise bugün Türkiye’nin yasadışı mal ve hizmetlerin ticaretinde bir bağlantı noktası olması, birçok uluslararası suç örgütünün bu yasadışı malların tedarik zincirini örgütlemek için Türkiye’de konuşlanmış olması. Afganistan üzerinden Avrupa’ya giden eroin, Mersin limanında yakalanan kokain Türkiye’nin küresel suç ekonomisine entegrasyonunu gösteren örnekler.
Formel ekonomi güçlü olmadığında, katma değer üretemediğinde ve bu ekonomide çalışanların yaşam standartlarını yükseltecek verimlilikte olmadığında, ekonomi politikaları ve devlet kurumları da ekonomiyi güçlü kılacak politikaları hayata geçiremediğinde sıradan vatandaşın da yerli sermayenin de alternatif yollar araması kaçınılmazdır. Üretim ve bölüşümü, sanayi ve istihdamı, sistemi ve içindeki insanları bir arada düşünmeyen, yapısal politikalar hedeflemek yerine yandaşların sadakatini önceleyen bir sistemde yer bulamayanlar alternatif yollara saparlar. Dolayısıyla formel ekonominin doyuramadığı yığınlar köşe başlarında iş tutarak kısa yoldan para kapmanın hayaliyle yaşar. Bu ortamda makroekonomik dengeden, yapısal reformlardan, ekonomik şahlanmadan bahsetmek artık anlamsızdır.
BU NASIL BİR DEVLET?
Devletle ilgili kuramsal tartışmaların önemli bir kısmı devletin görece özerkliğine odaklanır. Devletin varlık nedeni giderek karmaşıklaşan işbölümü ve toplumsal yapı karşısında belli bir düzeni korumaktır. Bu düzeni korumakla sorumlu devletin akılcı olması, hukukun üstünlüğüne dayalı bir bürokratik çerçevede toplumu oluşturan bireylerle kişisel olmayan, kapsayıcı ve herkese aynı mesafede bir ilişki kurması gerekir. Aynı zamanda toplumsal çatışmayı önlemek için hakemlik görevi üstlenir, sınıflar veya farklı gruplar arasındaki çıkar çatışmalarını uzlaştırır. Devletin bütün bunları yapabilmesi için özerk olması, yani “şahsım” anlayışından bağımsız olması, belli bir zümrenin etkisinden, çıkar beklentisinden, ayrıcalık taleplerinden etkilenmemesi gerekir. Böyle bir işleyiş devletin sosyal politika alanındaki sorumluluklarıyla birleştiğinde aynı zaman kapitalist sisteme de hizmet eder, tehlikeli sınıfların devrimci eğilimlerini denetim altında tutar. Sosyal demokrat refah devletinin yarattığı uzlaşı tam da bunun örneğidir.
Devletin işleyişine dair bu normatif çerçeve neoliberal dönemde yerini sermayeyle güçlü bağlar kuran, hukukun üstünlüğünü sermayenin tahakkümüne, akılcılığı ideolojiye, kapsayıcılığı kişisel ilişkilere kurban eden, bu nedenle toplumsal uzlaşı zeminini erozyona uğratan ve her geçen gün ekonomik ve politik kutuplaşmayı besleyen bir Leviathan’a dönüştü. Şahsım iktidarı, çeperindeki yükselen sermaye odaklarıyla birlikte kendine güvenlik, sadakat ve kutsallık ekseninde yeni bir varoluş nedeni yarattı, kendi çıkardığı krizlere kendisi çare olarak sanal bir meşruiyet döngüsü oluşturdu. Toplumsal muhalefetin güçlü olmaması, muhalif partilerin zayıflığı, sivil toplumun kitlesellikten uzak olması ve genel olarak iktidar üzerinde baskı kurulamaması şahsım devletinin tahakküm sınırlarını genişletmesine yol açtı.
Daron Acemoğlu’nun James Robinson ve Thierry Verdier ile birlikte yazdığı Kleptokrasi ve Böl-Yönet: Şahsi Yönetim için Bir Model başlıklı makale, kleptokrasinin nasıl işlediğine ve şahsi iktidarların uzun dönemlerde nasıl iktidarda kaldığına dair önemli bir çıkarımda bulunur. Sıklıkla yağma düzeni ya da yağma siyaseti olarak da tanımlanan kleptokrasi, iktidarı elinde tutan şahısların kendilerini hukukun üstünlüğünden bağımsız görerek etkinlikten uzak ekonomi politikaları, vatandaşların mal varlıklarına çökme, kaynak yönetiminde israf ve gösterişli yaşam biçimleriyle kendini gösterir. Bu tür şahsi iktidarlar sistemde kuvvetler ayrılığı, anayasal düzenlemeler, merkez bankası bağımsızlığı ve benzeri kurumsal düzenlemelerin zayıf olmasından ya da bilerek zayıflatılmasından avantaj sağlarlar. Ancak makalenin en kritik müdahalesi, bu şahsi iktidarların genel olarak toplumu böl-yönet mantığı kullanarak ikiye ayırmaları, bir taraftan elde ettikleri vergi gelirlerini diğer tarafın sadakatini satın almak için kullandıkları ve bu sayede toplumsal muhalefetin birleşmesine engel oldukları argümanıyla ortaya çıkıyor. Kurumsal zafiyet, toplumsal kutuplaşma, zayıf muhalefet ile ortaya çıkan kısır döngü kleptokrasinin uzun dönem iktidarını, konumunu korumasıyla sonuçlanıyor. Makalede geçen örnekler Afrika ve Karayip ülkelerinden olsa da bu anlatı bizim yaşadıklarımızdan çok da uzak görünmüyor. Bu da bizi “Nasıl bu noktaya geldik?” sorusu üzerinde daha fazla düşünmeye itiyor.
AHLAKSIZLIK ÜZERİNE KURULU BİR DEĞERLER SİSTEMİ
Kapitalist sistemin zenginleşme vaatlerinin gerçekleşmemesi, devletin ve kurumların işlevlerini yerine getirmemesi sorunun bir boyutu. Ama en az bunlar kadar önemli olan bir başka sorun da bu anomik düzeni ya da düzensizliği meşrulaştıran, çölde bir vaha misali yoksunluktan yılmış kitlelere umut pompalayan sosyal inşalar, kültürel formlar. Yasadışı işleyişi meşru gösteren, raconu hukukun üstüne yerleştiren mafya dizileri, siyasete yön vereyim derken evinden olan gerçek mafya liderleri, aylardır konuşulan sosyal medya fenomenleri, lüks tüketim çılgınlığı, metalara yüklenen anlamlar, bunların hepsi sıradan insanın algısını yozlaştıran ve toplumsal ölçekte bir ahlaki çöküntüye yol açan yeni nesil bir değerler sisteminin temsili. Böyle bir ortamda yetiştirdiğimiz çocuklara, gençlere “Çok çalışın, iyi eğitim alın, yaratıcı olun, becerilerinizi geliştirin, iyi işlerde çalışın, kendi ayaklarınız üzerinde durun.” demenin hiçbir anlamı yok, çünkü bunları yapacak sabırları da özgüvenleri de kalmadı. Bunların hiçbirini yapmadan her şeye ulaşanların dünyasında zenginlik mutluluğun, kurnazlık başarının, ahlaksızlık adil olanın yerini aldı. Ahlaksızlık çağının sonunu getirecek olan ne bir lider ne bir devrim ne de bir tufan. İyimser olmak için çok kirli, vazgeçmek için çok genciz. Adorno’ya Minima Moralia’daki düşüncelerine dönecek olursak;
“Umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek tek felsefe, her şeyi kurtarılmanın bakış açısından görünecekleri biçimleriyle düşünme çabasıdır. Kurtarılışın dünyaya saçtığı ışıktan başka ışığı yoktur bilginin; başka her şey kurgudur, tekrardır, sadece tekniktir. Perspektifler oluşturulmalı, öyle perspektifler ki dünyayı yerinden uğratsın, yadırgı kılsın, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla göstersin. Keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas yoluyla böyle perspektiflere ulaşmak -düşüncenin görevi sadece budur.”