Kırmızı Halı geçişinde de karşımıza çıkan buydu, nerede nasıl davranılacağını iyi bilen, kendiyle ve ünüyle barışık, büyüdükçe ‘küçülmeyi’, sadeleşmeyi becermiş insan. Fotoğraf karelerinde onun temsil ettiği insanlık ve erkeklik, tam da ihtiyacımız olan şey. Filmin iki erkek oyuncusunun, Doğu Demirkol ve Murat Cemcir’in fallik bir uzam olarak neredeyse tüm fotoğrafları, ekibin kadınlarını kaplayan kolları ise bambaşka bir hikâye anlatıyordu.
Dün geceki Cannes Film Festivali ödül töreninden ödülsüz ayrılan
“Ahlat Ağacı”, aklıma hemen Nuri Bilge Ceylan’ın 2008’de Cannes’da
aldığı en iyi yönetmen ödülünü ‘yalnız ve güzel’ ülkesine adadığı
konuşmayı getirdi. Bizde başarıya da ‘başarısızlığa’ da hep bu
mayhoş, benim ‘hüznüneşe’ dediğim duygu, coşkunun ya gazını ya da
ölçüsünü kaçıran bir tür endişe eşlik eder ya, o nedenle.
Başaramamış olan, hakkı yenmişliğin, (henüz) anlaşılamamışlığın
adeta ‘neşeli’ öfkesi içindedir alttan alta. Başarmış ve başarmakta
olansa er geç buna bir gölgenin düşebileceği endişesinin eşlik
ettiği huzursuz bir neşe içinde… Ne çok duygu vardır neşenin de,
hayal kırıklığının da içinde!
Bir yönetmenin, daha önce defalarca ödül aldığı bin değişkenli
bir festival sürecinden bu kez eli kolu (esas kol meselesine
geleceğim…) boş dönmesinden daha doğal bir şey olamaz, düşününce.
Altın Palmiye’den öte köy olmamasının ketleyiciliğinden sinemanın
ve festival jürisinin yıldan yıla değişen yapı ve tercihlerine,
birçok sebebi olabilir bunun. Filmin eleştirmenler, izleyici ve
jüri düzeyinde isteneni vermemiş olması da olabilir elbette, en
başta sebep. Gerçi bizde henüz fazlaca bir şey yazılmış olmasa da
“Ahlat Ağacı” Batılı eleştirmenlerden epey yüksek not aldı. Koca
Peter Bradshaw bile beş yıldızı çakıp ‘Çehovyan değil Ceylanyan”
dedi. Festivalin son günü olması nedeniyle ayrıca heyecanlandıran
gösteriminde tam 15 dakika boyunca ayakta alkışlanmış olduğu haberi
hepimizin göğsünü kabarttı, falan. Kabaran göğsü hemen “canım amma
abarttınız, bütün Altın Palmiye adayları ayakta alkışlanıyeah…”
(şaka bir yana çok haksız olmayan) uyarıları izledi, ama olsun…
Genel bir coşku ve beğeni havası esiyordu filme dair. Ama
beklentilerin aksine film, Altın Palmiye’yi Hirokazu Koreeda’nın
“Shoplifters”ının aldığı festivalden, ödülsüz döndü.
Neyse ki kasvetine dolgun bir gün değildi de, çok kötü olmadık!
Aynı esnalarda Galatasaraylılar şampiyonluğa sevinirken gözler bir
yandan da Kraliyet Düğünü haberlerindeydi. Megan’ın damada aşktan
pırıl köşe genç Meg Ryan bakışları… Prens Harry’nin geline
“Çokzelsin… Muhteşemsin… Yalanım varsa gerdek yüzü görmüyüm,” dudak
okutuşları derken dikkat dağılıveriyordu. Ayrıca seçimlere dair
oluşan umutlu hava, yazcısevindiren erken sıcaklar falan derken
‘Depreşe’ dar yollarından çıkılmış, “bana bakma benim yarim… Tam da
emin diilim aslında var mı yok mu, sen bi bak yine n’olur n’olmaz…”
havalarına girilmişti özetle…
Kalbimizde ön ödülleri toplamış “Ahlat Ağacı”nı bir an önce
görebilmek dileğiyle, gelelim daha ‘dirsekli’ mevzulara…
Ödül töreninden önceki geceye denk gelen film gösterimi
öncesindeki Kırmızı Halı salınımı çok gurur vericiydi Ceylan ve
ekibinin. Hatta ilk coşkulu tepkilerin gazıyla, “tamamen beraber
sevindiğimiz şeyler: Nuri Bilge Ceylan!” diye tweet attım. Sonra
kazın ayağının tam da öyle olmadığı anlaşıldı ama neyse, yine de
Türkiye için fena olmayan bir ortak sevinme düzeyi, diyelim.
Kaz kısmı şöyle: Yıllarca süren Nuri mi Bilge Ceylan, Zeki mi
Demirkubuz polemiği, bol ödüllü son yıllarda özellikle, açık ara
Ceylan lehine kapanmış olsa da hâlâ gerek Kubuzlu gerek Kubuzsuz,
açıktan ya da homurdanmalı bir Ceylan sevmeyen bir kesim de var. E
olacak da elbette, bundan normali de yok. Ama burası Chinatown
beybim, işler öyle yürümez. İnsani ölçülerde sevmeler beğenmeler ve
ifade etmeler bizi kesmez. (Normallik lükstür, lüks!) Sevdin mi tam
seveceksin, sevmemenin de hakkını dolu dolu vereceksin.
Valla kendi adıma konuşayım, ben kendimi bile o şekil
sevmiyorum. Düzenli yanaktan makas almalarla dozunda didişmeler
halinde gidip gelen mesafeli bir ilişki kurmaya çalışıyorum
kendimle. Burada konu ve hakkaniyet gereği polemikten polemiğe
girdiğime bakmayın, olumsuz duyguyu taşıma kapasitem hayli
sınırlıdır. Coşkusal bir insan olsam da dolduruş hallerinden
kaçınırım falan. Neyse işte, yapım hilafına geliştirdiğim bu
mesafelenme algısında, körü körüne hayranlığın/tapınmanın da pek
yeri yok. Çünkü hayranlık çok hoş bir duyguyken gözü kapalı
tapınmanın sonu neredeyse istisnasız biçimde buruşturup atma
oluyor. İkili ilişkilerde çok yükselttiğin kişiyi kendine yer
açabilmek açısından, eninde sonunda yere düşürmek, kendi gözünden
düşürmek zorundasın ya, o hesap bu tapınmasal hayranlık işleri
de.
.
Biz kültürel olarak buna çok yatkınız işte. Çünkü birini
sevdiğimiz zaman onu sevmekle kalmıyoruz, o sevgide tüm eksik
gediğimizi, kışlık ‘odun’umuzu, çocukluktan bugüne yaşadığımız tüm
haksızlıkları temin etmeye çalışıyoruz. Olmuyor öyle de, o elbise
herkese dar. Aynı biçimde bir yönetmeni de öyle sevmek sıkıntılı.
Kimse kimsenin sesi, sözü olamaz tamamen. Ama ‘ortak’ bir duyguyu,
insanlık hallerini, hayatın güzel ve zehirli anlarını ve yanlarını
yakalayıp ifade etmeye çok yaklaşabilir. İşte Nuri Bilge Ceylan,
öyle bir yönetmen.
Yukarıda andığım Ceylan-Demirkubuz polemiğinde gözlediğim, gerek
hikaye gerekse görsellik düzeyinde anlatımları aslında çok farklı
olan bu iki önemli yönetmen arasındaki en büyük farklardan birinin,
egolarını yönetme becerileri oluşu. Nuri Bilge Ceylan bu noktada
genel Türkiyelilik arızalarından hayli uzak biri.
Türkiyelilik nedir bu anlamda? Ünlenirsin, ünden zehirlenirsin,
ün kana karıştıktan sonra aşağı yukarı 1-2 yıl içinde deli gibi
manyak gibi bir şey olursun, saçma sapan beyanlarda bulunup az
üretmeye başlar ve egonla kendi kuyunu kazarsın, genel konuşuyorum.
Ha bunu hazırlayan bir ortam da var tabii. Biri yeterince uzun süre
başarı kaydetmişse zaten bu ‘delirsin, saçmalasın, poposu kalksın
en azından’ beklentisi başlıyor arenada. En baş sevenler, ilk
alkışlayanlar da ilk taşı atanlar olabiliyor rahatlıkla (bkz.
yukarıdaki göğe atıp tutmayı unutma kısmı). İşte tüm bu süreçlere
direnip kendi yörüngesinde üretmeye devam edebilenler, bunu da az
çok evrensel ölçülerde yapmayı başaranlar, onlar kalıcı oluyor.
Kendi büyüsüne, anın çoşkusuna, ‘ne yapsam olur artık yea…’
duygusuna kapılmadan ürün vermeyi sürdürenler… Yalnız kendi
kulaklarına fısıldanmış bir sırrın takipçisi, günlük hayat
deliliklerinden muaf görünen kişiler oluyor onlar. Nuri Bilge
Ceylan da bu sağlıklı yaratıcı egonun bizdeki en iyi yönetmen
temsilcilerinin başında geliyor.
Bu yeni filmini henüz izlemediğim için öncekiler kadar sevecek
miyim bilmiyorum. Bir yazara, yönetmene hatta genel olarak insana
duyulan sevgiyi güzelleştiren şey de bu değil midir zaten? İyi
gideceğini umarak sevmek ama beklenmedik şeylere de hazırlıklı
olmak? Karşımıza tam ne çıkacağından emin olsak artık ne film izler
ne de roman okur, çeker veya yazardık herhalde. Sevgi, olumlu bir
tetikte olma, diri bir uyanıklık halinden başka nedir ki? Severim
Nuri Bilge Ceylan’ı ve sinemasını!
Egosu elbette yüksektir. Egosu yüksek olmayan insan alt alta
yirmi satır kendi adını bile yazmaya üşenir, bir film yönetmekse
başlı başına büyük bir iddia. Sorun ego değil, sağlıklı, yaratıcı
ego. İlk filminden bugüne çok severim, başlarda dünyasını fazlaca
karanlık buluyordum, zamanla ilmek ilmek örüp ilerlettiği
anlatımında ‘mizah’ da yerli yerini buldukça daha çok sevdim ama
hep sevdim. Yaratıcılık endişesi, güneşin altında yeni bir
hikayenin olmadığı bir dünyada üretmek başlı başına zorken onun
Doğululuk-Batılılık, evrensellik- yerellik dengelerini kurma
biçimini… Doğulu sinemacıya has, üstelik de İran sineması gibi
güçlü bir örnek varken, Doğu’nun bile aslında kültürel taşrasında
olan sinemacıya, sanatçıya has komplekslerden azade görünmesini… Bu
endişenin doğurduğu sancı, tereddüt ve özdüşünümselliği başlı
başına verimli bir kaynak haline getirmesini… Cannes’da da
İstanbul’da da az çok kendisi gibi oluşunu…
İşte Kırmızı Halı geçişinde de karşımıza çıkan buydu, nerede
nasıl davranılacağını iyi bilen, kendiyle ve ünüyle barışık,
büyüdükçe ‘küçülmeyi’, sadeleşmeyi becermiş insan. Fotoğraf
karelerinde onun temsil ettiği insanlık ve erkeklik, tam da
ihtiyacımız olan şey. Filmin iki erkek oyuncusunun, Doğu Demirkol
ve Murat Cemcir’in fallik bir uzam olarak neredeyse tüm
fotoğrafları, ekibin kadınlarını kaplayan kolları ise bambaşka bir
hikâye anlatıyordu. Orada işte, kırmızı halıya tırmanmış, ‘heybede’
tutulamayan, ille bir yerlerden pırtlayan bir olmamış erkeklik hâli
gün yüzüne çıkıveriyor.
Bu ihtimal vardı, yazanlar da oldu. Bu nedenle bu yazıyı
yazmadan önce festival Photocall’unu da seyrettim. Murat Cemcir
evet, o bir dirsek marifetiyle deKOLte kaplamalı durumdan video
genelinde daha uzak görünüyor. Bir yerde Bennu Yıldırım’a babacan
şekilde ‘ön veriyor’ falan. Aha işte! Sorun da bu ya. Ona da gerek
yok ki. Ebru Ceylan, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, ara ara
resme giren Zeynep Özbatur Atakan, filmin gerisindeki ve perdedeki
tüm kadınlar nasıl durulacağını çok iyi biliyorlar zaten. Çok
zarif, çok güçlü, tam olması gerektiği gibiler. Bacakları iki
kişilik yer kaplayan, kolları kendinden vatkalı -yeteneğine eminim
ama o duruş nedir öyle canım ya- çekimin yarısı boyunca güneş
gözlüğünü çıkarmayan Doğu Demirkol’a ise bu çekim bazında ancak
‘genç irisi’ denebilir, maalesef. Murat Cemcir’se ne kadar iyi
niyetli olsa da dirseğine hakim olamıyor bir türlü, her çekimde o
dirsek bir öne çıkıveriyor. Sonuç olarak, evet genel vaziyet o
fotoğraflardaki kadar fena olmasa da, var bir fallik kol durumu,
üzgünüm.
Var ama güzelliği gölgelemeyi başaramıyor. Nuri Bilge Ceylan
Nuri Bilge Ceylan gibi durmaya, filmin kadınları da hak edilmiş
başarının perçinlediği güzellik ve zerafetleriyle ışıldamaya devam
ediyor. Onun dışında her şey o kadar güzel ki, bu ‘kol’ meselesini
Nuri Bilge Ceylan’ın önsezemediğinden de şüpheliyim. Sanki böyle
bir manzaranın ortaya çıkabileceğini düşünmüştür. Yine de bu riski
almıştır. Neden? Onu da filmi izlediğimizde hep beraber göreceğiz.
Cannes macerası bitti, Ahlat Ağacı’nın yolculuğu sürüyor. Yolu
açık, rüzgarı bol olsun!