Roboskî’de hemen ve yine aklımıza geldi. Bu tür şiirler sadece geçmişi değil, geleceği de tanımlar çünkü; değişmeyen, değişmek bilmeyen geleceği.
Geçen haftaki yazımda Ahmed Arif’in “Rüstemo” şiirinde geçen sözcükleri siz bulun demiştim. Bulamayanlar için buraya yazayım. Ahmed Arif, “Militan” dergisinin Şubat 1975 tarihli 2. sayısında, Nihat Behram’la yaptığı söyleşide bu sözcükleri açıklıyor. Özgün imlâya sadık kalarak buraya alıyorum:
Modan Yaylası: Siverek kuzeyinde bir yayla.
Eşkin: Soylu atın kendine göre bir yürüyüşü.
Maktele: Fırat üzerinde vaktiyle birçok insanın boğazlandığı bir köyün adı.
Sirkat: Soygun, hırsızlık.
Öşür: Aşar vergisinin halk dilindeki söyleyişi.
Fransız Üçlüsü: Haznesi üç kalın fişek alan ve genel olarak kurşunu boşa gitmeyen, yani hedeften sapmayan bir çeşit filinta.
Serencâm: Başa gelen hal. Halk dilinde, başa gelenler.
Kaltak vurmak: Ordu sefere çıkarken atların eğerlenmesi (Çerkez kaltağı, Arap kaltağı gibi eğerler vardır.)
Tatar Ağası: Padişahın fermanını ileten adam.
Hamaylı: Boyuna çapraz asılan muska. Halk inancında bunlar kurşun geçirmez dualar taşır.
Dostooo: Kürtçe “sevgili dostum”, “biricik dostum” demektir.
Demezem: Demem.
Salavat getirmek: Savaştan önce askerlerin kendilerini yürekli kılmak için “Allah Allah” diye bağırmaları.
Narlı Bahçe: Yer adı.
“Rüstem” şiiri bu söyleşide “Rüstemo” adıyla yayımlanır ve orada Ahmed Arif, Türk şiirinde ilk Kürtçe sözcüğü kendisinin kullandığını ileri sürerken “dosto” sözcüğünü örnekler. Ama “dosto”, 1948’de yayımlanan “Rüstem”de yoktur, söz konusu söyleşide çıkan “Rüstemo”da vardır. Türk şiirinde ilk Kürtçe sözcük Attilâ İlhan tarafından kullanılmıştır. İlhan’ın 1948 tarihli “Duvar” kitabındaki “Hey” şiirinde “lorke lorke” ifadesi geçer.
Yine geçen hafta “33 Kurşun” şiirine biraz değinmiştim. Şiire konu olan olay 30 Temmuz 1943’te yaşandı. Van’ın Qelqelî (Özalp) ilçesinde 32 köylü kurşuna dizildi. Ahmed Arif şöyle anlatıyor: “33 değil, 32 kişi. Onlardan biri kızdı. Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç ‘Türk askeri kadına ateş etmez’ diyor. O kızı alıp ötekilere ateş ediyorlar.”
Eğer 32 kişi katledildiyse o 33. kurşun kime sıkıldı peki? Şaire mi, okura mı? Şair şiirin ritmi için mi 33 demeyi tercih etti? Çünkü “32 Kurşun”da bir hece fazla olurdu! Yoksa sonra “o kız” da mı öldürüldü?
Bu şiiri hep yaşadık. Roboskî’de ise hemen ve yine aklımıza geldi. Bu tür şiirler sadece geçmişi değil, geleceği de tanımlar çünkü; değişmeyen, değişmek bilmeyen geleceği.
Roboskî sonrasında TBMM’de kurulan komisyonda yer alanların görüntüleri izledikten sonra ne kadar sarsıldıklarını okuduk gazetelerden. O dönemde basın ve toplum, Oğuz Atay’ın deyimiyle “samimiyet buhranı” geçiriyordu. Sonra? Roboskî’yi karartma görevi birilerine verildi. 2 Şubat 2012’de Türkiye gazetesinden Adem Demir, ertesi gün ise Taraf gazetesinden Kurtuluş Tayiz, “servis edilen ‘bilgileri’ kendileri edinmiş gibi” yazdılar. İkisine birden servis edilen bilgilerin iki ayrı günde çıkması, bir tür iletişim kazası olmalı! Bu kazaya göre meğer olay yanlış ve yanıltılmış istihbarat yüzünden olmuş. Özalp’taki olayı kapatma senaryosuyla aynı çerçeve! Sonra? Sonra da dava, “bir kısmı” sürüp giden savaşın rantiyelerinden olan “bazı bölge avukatları” arasında pâyimal edildi. Roboskî, zulmün iktidarında 34. kurşun oldu.
1943’te yaşanan katliam sonrasında da TBMM’de bir komisyon kurulmuştu, ama 1949’da. Soruşturma ise 1951’de başladı, yani eski iktidara “apolitik” ve “adlî” bir kusur bulmak gerekince.
Olaya müdahil olan ve şairin “şifre buyurmuş bir paşa” dediği General Mustafa Muğlalı, bir haftadır gözaltında olan 33 kişinin kurşuna dizilmesi emrini vermişti. Birinci Umum Müfettişi Mehmet Avni Doğan bile bu olaydan rahatsız olmuştu. Ama Muğlalı’nın şöyle dediği rivayet edilir: “Memleketin çıkarı için babamı bile asarım. Mehmet Avni Doğan bu işe karışmasın, yoksa onu kırbaçlarım!’’
Yargılamalar birbirini takip etti, ama ceza alan olmadı. Bir ara Mustafa Muğlalı’ya idam cezası verildi, sonra müebbet, sonra da cezası 20 yıla indirildi. Askerî Yargıtay kararı bozdu. Muğlalı’ya Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nden “aklî yetersizlik” raporu verilip tahliyesi sağlandı. Yeni yargılama başlamadan önce, 11 Aralık 1951’de, yaptığı “doğru” şeyin cezalandırılmasına içerleye içerleye öldü. (Bazı kaynaklarda intihar ettiği ya da delirdiği ileri sürülür.)
28 Şubatçılar Muğlalı’nın na’şını Devlet Mezarlığı’na taşıdılar ve Harp Akademileri Komutanlığı’nın bahçesine büstünü diktiler. 2004’te Özalp’taki “2. Hudut Tabur Komutanlığı”nın adı “Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirildi. Daha önce ise Muğla’da bir iş hanına “Orgeneral Mustafa Muğlalı İşhanı” adı verilmişti. (1995’in Ağustos ayında buranın önünden geçtiğimde kanım donmuştu!) Ad verilirken belediye şimdiki gibi CHP’deydi ve halen de CHP Menteşe İlçe Örgütü söz konusu iş hanının ikinci katındadır.
Ama bütün bu olan bitenlere bir şairin ve onun yazdığı bir şiirin cevabı olacaktı. Uzun soluklu bir cevap. Ahmed Arif öyle bir şiir yazmıştı ki, daha yayımlanmadan insanların zihnine kazınmıştı. Şair ise, yayımlanmamış şiir nedeniyle işkence görmüştü. Refik Durbaş’la yaptığı söyleşide şöyle bir diyalog geçiyor:
AA: İşte bu “Otuzüç Kurşun” şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. “Oku” dediler, okumadım.
RD: Kaç yılları?
AA: 1950 ya da 1951.
RD: Şiir bir yerde yayımlanmış mıydı?
AA: Hiçbir yerde tek satır çıkmış değil. “Oku” dediler ya, inat ettim. Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar…
Şiire “yayın yasağı” konur. Devlet, şaire yazdığı şiiri hep hatırlatır. Meşhur “51 Tevkifatı”nda dilden dile dolaşan bu şiir nedeniyle yine işkence görür. Leyla Erbil’e yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “131 gün hiç güneş ya da gündüz aydınlığı görmedim. Sade yalnızlık, sade terör, sade açlık, uykusuz cıgarasız… Bir yüreğim sağlamdı bir de namus damarım. En sonunda çıldırdım.”
Yine Erbil’e yazdığı 6 Eylül 1955 tarihli mektupta, “Sevgili canım, olağanüstü bir aksilik olursa, kitabım sana kalsın. Adını ‘Uy Havar’ yahut ‘Suskun’ koymakta serbestsin” diyor. Ahmed Arif 33. kurşunun kendisine sıkılacağını düşünmüş olmalı.
Şiir dünyaya verilen bir cevaptır. İyi bir şiir iyi bir cevaptır. Hani John Berger, “Madenciler” metninin sonunda “Sanat, işte böyle bir işlev gördüğünde, görünmeyen ama bilinen yok edilemezliğin, dayanıklılığın, güçlülüğün, onurun bir araya geldiği bir buluşma yeri olur” der ya, “33 Kurşun” şiiri de öyledir. Bir şiir olmaktan fazlasıdır “33 Kurşun” ve bu yüzden Roboskî’de 34. kurşuna ulanmıştır. Yeniden hatırlama ve hatırlatma ise, daha fazla kurşuna ulanmasın diyedir.