Ahmet Burak Turan: Eski tanrılar bugünün Hollywood yıldızları

Ahmet Burak Turan'ın yüzlerce kaynağı tarayarak; Anadolu’nun, Balkanlar’ın ve Kafkasya’nın birçok bölgesini dolaşarak yazdığı "Türk Canavarları Sözlüğü" Gerekli Kitaplar tarafından yayımlandı. "Canavarlar benim için yazarlık mesleğinin bir parçasıydı" diyen Turan ile kitabını, canavarları ve mitolojileri konuştuk.

Abone ol

Deniz Tugay

Türk Canavarları Sözlüğü-Şamanist Söylencelerde Canavarlar ve Şeytani Ruhlar, Gerekli Kitaplar tarafından yayımlandı. Ahmet Burak Turan tarafından yazılan, illüstrasyonları Aslı Ekim’e ait olan kitap, mitoloji meraklıları için önemli bir kaynak olarak değerlendirilebilir. Türk Canavarları Sözlüğü,  Türk mitolojisindeki canavarları ve şeytani karakterleri konu ediniyor.

Kitabın yazarı Turan ile, Türk Canavarları Sözlüğü'nü, kitapta yer alan “canavarlar”ı ve eski Türk geleneklerine dayanan ritüelleri konuştuk. Turhan, "Kitap ilk başta sadece korku hikayeleri yazmaktan keyif alan bir yazarın çekmecesinde biriktirdiği A4 kağıtlarından ibaretti. İnternetten bulunmuş pek çok özgün canavarın, elde edilmiş tüm bilgileriyle dosyalandığı bir çekmeceydi bu. Daha sonra, bahsi geçen varlıkları bizzat gözlemlemiş insanların bu çekmeceyi zenginleştirdi ve bir dosya haline gelme konusunda ilk ateşi yaktı. Sözlükteki maddelerin bir kısmı, bizzat yaşayanlar tarafından anlatılmış tasvirlerden oluşuyor" dedi.

'TÜRK MİTOLOJİSİ YEPYENİ BİR HİKÂYE VADEDİYOR'

Türk mitolojisine dair kaynakların sayısında son yıllarda bir artış görülüyor. Bu konu okurların da ilgisini çekmeye başladı. Türk mitolojisine ilginin artmasını neye bağlıyorsunuz?

Bunu sadece öznel olarak değerlendirebilirim. Sinema, dizi, roman ve çizgi-roman endüstrisinin sıkışmış ve sürekli kendini tekrar eden unsurlarının hepsi, hızlı ve beklenmedik bir sona doğru gidiyor. Çünkü bütün hikayeler kullanıldı, tüm karakterler, iyileriyle kötüleriyle onlarca, yüzlerce kez kendilerini tekrar etti. Sebebi ise ortada. Tüm bir batı edebiyatının, sinemanın, dizilerin ve çizgi romanların dayandığı yer hep aynı öykü çerçevesinde dönüyor. Öyküler hep aynı arketipsel yaklaşımları takip ediyor. Kahramanın doğuşu prototipini değiştirme çabaları ise, en basit yenilikte bile, Oscar’ı kazanıyor. Buradan şunu çıkarıyorum, Vahiyler kitabı ve Grek Mitleri ekseninde ilerleyen çağ yenilik arıyor. Çünkü bir zamanlar nasıl taş devrinden, bronz devrine oradan Sanayi Devrimi'yle teknoloji çağına ulaştıysak, aslında şu an ulaştığımız çağın da tek bir adı olabilir, hikâye çağı, ama tükenmiş hikayelerin çağı. Senaristler yeni kaynaklar arıyor, Pagan mitlerini kurcalıyor, yeni karakterler bulmaya çabalıyor, ancak yine de dönüp dolaşıp Vahiyler kitabına ulaşıyor ve ilk arketipleri bir türlü aşamıyorlar. Türk mitolojisinde bir farklılık var. Keşfedilmemiş ve insanı alıp yerden yere vuracak kadar güçlü, hiçbir ilk hikâyeye, yaradılış mitine ve kutsal kitaba uymayan, tamamen kendinsi, ayrık, özgün, vahşi, canlı ve güçlü. Yepyeni bir hikâye vadediyor Türk mitolojisi. Eğer ilginin arttığını düşünüyorsanız, ben bu durumu sadece, yeni çağın hikayelerini, insanoğlunun keşfetmek üzere olduğuna bağlayabilirim. Tengri’nin, adı unutulmuş anlatıları ortaya çıktıkça, insanlar ilk günden beri söylenegelen pek çok öyküyü yeniden hatırlıyor. Ancak bu sefer, sadece kazananların yazdığı bir tarih algısıyla değil, alabildiğine gerçekçi ve asla yalan söylenmemiş biçimiyle.

Kitabın alt başlığı “Şamanist Söylencelerde Canavarlar ve Şeytani Ruhlar” olmasına rağmen üst başlıkta neden “Türk Canavarları” tamlamasını kullanma gereği duydunuz?

Günün sonunda, anlatılan, indekslenen, gruplanan, birbirlerinden ayrılıp yeniden tanımlanan tüm varlıklar, kitabın ilk fikri gereği, kötücül olanlar. Bu, onları gerçek anlamda birer canavar kılıyor. Kötülükle besleniyor, kötülük getiriyor ve kötülük aşılıyorlar. Kitabın ilk ismi "Kötü Ruhlar Sözlüğü"ydü. Bu da doğru bir yaklaşımdı. Ancak canavar ifadesi, kanlı canlı birer varlık olarak kötü ruhları algılama noktasında yardım ediyor. Ve aynı zamanda çalışmamızı, Türk Canavarları Sözlüğü’nü akademik bir çalışma olmasına rağmen, bir tür yazılı kaynak olarak edebiyat çevresine sunuyor oluşumuz da bu ismin uygun görülmesinde bir etken. Çünkü fantastik edebiyatla ilgilenen tüm yazarların, senaristlerin, özgün süper-kötülere ihtiyaç duydukları noktada, çalışmamız son derece güçlü, gerçekçi, akademik olarak doğrulanabilir bir kaynak olarak karşılarına çıkacak. Ve elbette iddiamız, tüm canavarları bir sözlükte toplamaktı. Ama elbette daha önce yazılı ve görsel sanatta karşımıza çok da – ya da hiç – çıkmamış olanları, sözlü olarak anlatılıp, çoğunlukla sözlü olarak kalmış olanları. Ve bilinir ki, köylerde, dağda karşınıza çıkan bir kurt ve hatta evcilleşmemiş bir köpek dahi canavar olarak tanımlanır.

'SORULAR SORDUM, CEVAPLAR ALDIM, NİNELERİN HİKÂYELERİNİ DİNLEDİM'

Peki kitabın hazırlık süreci nasıl gerçekleşti? Çıkış noktanız, araştırma sırasında karşılaştığınız güçlükler neler?

Kitap ilk başta sadece korku hikayeleri yazmaktan keyif alan bir yazarın çekmecesinde biriktirdiği A4 kağıtlarından ibaretti. İnternetten bulunmuş pek çok özgün canavarın, elde edilmiş tüm bilgileriyle dosyalandığı bir çekmeceydi bu. Daha sonra, bahsi geçen varlıkları bizzat gözlemlemiş insanların bu çekmeceyi zenginleştirdi ve bir dosya haline gelme konusunda ilk ateşi yaktı. Sözlükteki maddelerin bir kısmı, bizzat yaşayanlar tarafından anlatılmış tasvirlerden oluşuyor. O bahsettiğim çekmece de zaten yayıncım Baran Güzel tarafından bir dosya halinde keşfedildiğinde son derece amatör bir ilk-çalışmaydı. Canavarlarıma ihtiyaç duyuyordum. Tasvirlerinden etkileniyor, zararlı etkilerinden korunmak için gerçekleştirilen yöntemleri heyecanla okuyordum. Canavarlar benim için yazarlık mesleğinin bir parçasıydı. Sonra Baran dosyayı inceledi, biraz da çizim yaptıralım dedi ve olaylar gelişti. Kitap fikri ortaya atıldığı andan itibaren araştırma ivmem hızlanıp obsesif bir şekilde tüm kötücül ruhları, canavarları bulmaya yönelik bir çalışmaya dönüştü. İşin özünde yaptığım Türk mitolojisini okumak, notlar almak ve cımbızla ayrıştırdığım kötücül varlıkları gruplayıp, benzer kalıplar içinde yeniden kaleme almak üzerindeydi. Sonra biraz abartmış olabilirim. Çeşitli eski mektuplara ulaştım, Türkologların kendi aralarındaki çeşitli diyaloglarını okudum, kitaplaştırılmış ya da sadece herhangi bir üniversitenin kütüphane raflarında bulunabilecek türden pek çok araştırmaya, makaleye ve Türkoloji araştırmaları üzerine yayınlanmış dergi ve bilimsel makaleye ulaştım. Üstelik tüm bunlar yaşanırken yollarda, kırlarda ve dağlardaydım. 3 yıl süreyle şehirlere pek uğramadan sürekli yürüdüm. Otostop çektim, heyecan verici yerlere gittim ve bu sırada da aklımda çoğunlukla canavarlar vardı. Türk söylencelerini takip etmeye çoktan başlamıştım. Sorular sordum, cevaplar aldım, ninelerin hikayelerini dinledim. Ve tüm her şey birleşince Türk Canavarlar Sözlüğü oluştu.

Türk Canavarları Sözlüğü, Ahmet Burak Turan, 212 syf., Gerekli Kitaplar, 2020.

Sözlükteki bazı “canavarlar”ın adları bugün hâlâ birçok yörede anılmaya devam ediyor ama çoğu unutmaya yüz tutmuş. Bizim canavarlarımız neden Yunan veya İskandinav mitolojilerindeki gibi popüler değil?

Aslında bu tamamen Hristiyanlığın kabulüyle ilgiliydi. İskandinav insanları, Norslar, Danlar Hristiyan olurken tüm tanrılarını İncil’e devretti. İncil onları sahiplendi, tanrıça figürüne dokunmama yemini etmişçesine onu yüceltti, canavarları, biçimleri ve özellikleriyle Greklerden aldığı formlarla birleştirdi ve mukaddes kitaba dahil etti. Ama Türkler müslümanlaşırken tüm canavarlarını Cinler isminde birleştirip biçim ve özelliklerden feragat etti. Şimdi baktığınızda, Türk Canavarları Sözlüğü'nde anılan pek çok varlığı islamî kaynaklarda farklı fırkalara bölünmüş cin toplulukları olarak görebilirsiniz. Zaten ilk çalışmalarım 2005 – 2009 yılları arasında bu yöndeydi ve islamî kaynakların anlattığı pek çok cin topluluğunu hadisler ekseninde tanıdım. Daha sonra bunların, Türk mitlerinde de anlatılan farklı farklı varlıklar olduğunu gördüm. Cin, Arapça görünmeyen anlamı taşıyan bir kelime; Türkler de aynı varlıklara gölgesizler tanımıyla yaklaşmakta. Gruplama anlamında tanımlar bir bine benziyor. Ancak biçimsel özellikler ne yazık ki ortadan kalkmış durumda.

Başka mitolojilerle etkileşimimiz oldu mu sizce? Örneğin düz sanılan dünyayı sırtında taşıdığına inanılan Arağıt Balığı ile Yunan mitolojisindeki Atlas arasında bir bağlantı kurulabilir mi? 

Tüm mitlerin ortak noktaları olduğunu görebiliyor insan. Mitlerin ve dinlerin, ana hatlarını şeffaf kağıtlara çizip üst üste koysak ve tüm kağıtlara alttan bir mum yakıp onun ışığında yukarıdan baksak, göreceğimiz şey, aynının farklı biçimleri olacaktır muhtemelen. Bir cehennem haritası çıkarmayı düşünmüştük. Dinlerin ve mitlerin etrafında döndüğü temel bileşenleri, cehennem kavramı üstünden birer harita niteliğinde kâğıda aktaracak ve tüm haritaları karşılaştırıp en azından cehennem kavramı çerçevesinde dinleri ve mitleri aynı şablonda birleştirecektir. İlk çalışmalarımız farklı bir şeyin olmadığını gösteriyordu. Kıldan köprü ve doymadım diye bağıran bir cehennemin korkunç sesi örneğinde olduğu gibi, pek çok mit ve din benzer figür, olay ve yaklaşımları destekliyordu. Arağıt balığı ve Atlas birer ilk-örnek aslında. Düz dünyayı şekillendiren, imgeleyen ve bir zemine koyma ihtiyacı gösteren insan cinsinin bir akıl yürütme tezahürü.

'BİLİM VE TEOLOJİ BİZE NEYDEN KORKUP KORKMAYACAĞIMIZI SÖYLÜYOR'

Birçok eski kültürde insanın başına gelen kötü şeyler (hastalıklar, doğal afetler, ölümler vs.) şeytani ruhlarla ilişkilendiriliyor. Bilimin ve teknolojinin  gelişkin olmadığı eski çağlarda bunlara inanmak normal. Fakat bugün, insanlık Mars’a taşınmanın yollarını ararken ilkel inançlar neden devam ediyor?

Hala aynı şeylerden korkarız. Ama bugün sözlü kültürün halen devam ettiği, yazının sıklıkla kullanılmadığı, bilimsel olarak pek çok hastalığın ve doğal fenomenin açıklanmadığı bir dünyada yaşıyor ama yine de metrobüse biniyor olsaydık, inanın insanlar sabahları geçim sıkıntısı ruhundan korunmak için dualar ederdi. Ve gelecek için yeni bir mitoloji oluşturmuş olurduk.

Bilim ve teoloji bize neyden korkup neyden korkmayacağımızı söylüyor. Eğer söylemeseydi korkacağımız şeyleri kendimiz icat ederdik. Eskiler de tam olarak bunu yapmışlar. Yeniler ise kendilerine yeni korkular yaratmak zorunda. Mars’a gidiyor olmak, marsta koloni kuracak iki insan topluluğunun, ellerindeki teknolojiyi kaybetmesinden sonra ilkel bir hayat yaşama potansiyelini de ellerinden almıyor aslında. Mars’a ya da başka galaksilere bile gitsek, insanlık en temel parçasını, ilkelliği de yanlarında götürecek.

Yunan ve İskandinav mitolojileri zamanla o kadar popülerleşti ki, Hollywood  filmleriyle, Marvel ve DC çizgi romanlarıyla dünyanın her yanına yayıldı. Bizde de Thor gibi, Poseidon gibi güçlü kahramanlar var mı?

Eski tanrılar bugünün Hollywood yıldızları. Ama biz artık yeni tanrıların otağına ulaştık. Mağaraya girdik, esenleştik ve tanıştık. Grek ve mukaddes kitap eksenli yorgun tanrılar, zafer ve doygunluk içinde kendilerini tekrar eden milyonlarca hikâye arasında bunalmış gözüküyor. Thor’un çekici yerine, Erlik’in örsü ve çekici her zamankinden daha parlak ve daha sert şimdi.

Bugün farkına varmadan yaptığımız birçok ritüel eski Türk geleneklerine dayanıyor. Yolculuğa çıkan birinin arkasından su dökmek, su büyüsüyle ilişkilendirilir mesela. Ya da ölen birinin ardından dua okumak, onun adına hayrat dikmek yine öldükten sonra dirildiğinde o kişiye fayda sağlamak içindir. Eski Türkler de ölen kişinin mezarına dirildikten sonra kullanması için, silahını, atını ve kalkanını gömerlermiş. Türk geleneklerinin İslamiyet’le ilişkisi nasıl olmuş sizce?

Sarı Deniz’den Balkanlara, Ural’dan Horosan’a Kısaca Makedonya’dan Çin’e kadar uzanan devasa bir Türk sahasından bahsediyoruz. Sibiryalılar, Altaylılar, Tatarlar, Moğollar, Bulgarlar, Sırplar, Makedonlar, Dobruca Türkleri, Fergana Özbekleri, Gagavuzlar, Gökoğuzlar ve bitmek bilmeyen bir sıra ile Nogaylar, Pamir Kırgızları, Buryatlar, Hakaslar ve daha pek çok topluluk Türk mitolojisine değerli katkılarda bulunarak kapkaranlık ruhlar imgelemiştir. (Lebed Tatarları, Tuvalar,  Çulım Tatarları, Tobol Tatarları, Çuvaşlar, Karakalpalar…) Ve çağdaşlaşan toplumlar yine de kültürel anlamda bu kötü ruhlara olan kaygı ve endişelerini geride bırakamamışlar. Kaynağının nereden geldiği bilinmeyen pek çok ritüel, korku ekseninde devam etmekte. Örneğin Kars ve Sivas’ta, geceleri lohusa hanımı yalnız bırakmazlar, ışığı sürekli yakarlar, lohusa yalnız kaldığı zamanlarda ise ağzına sakız vererek uyumasına engel olurlar. Bu sayede lohusayı korumuş olurlar. Bu Albıs adındaki kötü ruhla bağlantılı bir ritüeldir. Belki sebepleri ortadan kalktı ama ritüeller halen seyrek de olsa devam etmekte.

Başka bölgelerde ise lohusanın başına beyaz yaşmak ve kırmızı tül bağlarlar. Bu yine Albıs ruhundan korunmak için yüzyıllardır Şaman Türklerin uyguladığı bir yöntemdir. Ayrıca kırmızı altın bulundurmak ve hastaya kırmızı şeker hediye etmek de uygulanan yöntemler arasındadır. Çünkü, Albıs’ın kırmızı rengi hiç sevmediği bilinmektedir. Anadolu’da süregelen pek çok âdetle bağlantısı vardır. Manisa'nın Karacaoğlanlı köyünde, kapının ağzına kazma kürek konulmasının sebebi yine Albıs’tır. Çukurova bölgesinde ise lohusanın bulunduğu yerdeki bütün suların ağzının kapatılması geleneği yine aynı kötü ruhla ilintilidir.

Bir de Çarşamba Karısı ile ilgili adetlerin devam ettiğini gözlemleyebiliyorum. Sadece çarşamba günleri ortaya çıkan ve her yeri çar çabuk gezen, pejmürde, pis ve dağınık saçlarıyla hemen dikkatleri üzerine çeken bir tür cadı olarak tasvir edilen Çarşamba Karısı,  Anadolu’nun bazı bölgelerinde, çarşamba gecesi işe başlanırsa işlerin yolunda gitmeyeceği inancının kökeninde bulunur. Tire, Ödemiş ve Bayındır bölgelerinde işte bu yüzden amaçsız, hiçbir iş yapmadan ortalıkta dolaşan insanlara, “Çarşamba Karısı gibi gezip durma!” denmektedir.

Yozgat civarında ise adı Congolos olan bir varlıktan bahsedilir.  Kışın en soğuk günlerinde ortaya çıktığı için Yozgat’ta bu günlere Congolos Ayı denmeye devam etmektedir. Mevsim tarifleri Congolos girdi, Congolos’tan sonra şeklinde yapılır. Pancar olan evlere gelmediği bilinir. Bu yüzden Congolos’un evlere uğramaması için pancar pişirilip evin girişine gömülür ve bu adet halen nineler tarafından uygulanır.