Polis telsizi ötüyor uzakta. Uyanıyorum. Hastane beyazı her yer. Ne oldu? Bayıldım mı? Ama burası morg. Morgsa eğer üşümem gerekmiyor mu? Üstümde beyaz bir örtü var. Ne olduğunu biliyorum. Tekrar bayılıyorum. Şimdi polis telsizi ötüyor tepemde. Artık nerede olduğumu biliyorum. Morg burası. Üşümem gerekmiyor muydu? Morgu bile sahte memleketin.
Gözümü açarsam çok korkarlar. Kaç kişiler? Biraz dinleyeceğim, ölmediğim anlaşılmıştır belki de. Bir kişinin sesi geliyor. İki, üç. Üç kişiler. Birinin sesi daha davudi, amir değilse de kıdemli olan o. İki polis, bir sivil. En azından ben öyle anlıyorum.
Bağırarak uyanıyorum. İkisi oracıkta, hemen bayılıyor bile. Doğru anlamışım, iki polis, bir sivil görevli. Polislerden biri ayakta kalmış. Davudi olmayan. Amir yerde ve sanırım bu durumu düzeltmesi için çok çalışması lazım. Morg görevlisi sivili de sesinden çıkaramamışım. Köse Dayı. Yerde titriyor. Belki de soğuktandır? Köse Dayı’nın birkaç gün sonra beyin kanamasından öleceğini henüz hiçbirimiz bilmiyoruz. Sakallı birine Köse denmesi, morgun soğuk olmadığı memleketin mizah anlayışıyla açıklanabilir. Gür sakallı dayının soyadı, adı olmuştu. Bizim Şahan’ın dayısıydı.
Ayakta kalan polisin sesi bağırdıkça inceliyor. Telsizden bir şeyler haykırıyor. İçimden gülüyorum. Bu defa bayılmadım. Uyumuşum.
Uyandığımda hastane beyazı. Bu defa hastane. İnsanlar önce hastaneye sonra morga gider. Ahmet önce morga, sonra hastaneye. Gözümün tam hizasında kel doktor kaygıyla beni izliyor: “Uyandın mı Ahmet?”
Dedem kasabanın mütevazı cezaevinin baş gardiyanı. Ama sorduklarında “İnfaz Koruma Baş Memuru” diyoruz. Öyle denmesini seviyor. Şimdi de torununun başında, forsunu kullanacak devlet hastanesinde. Bayılır devlet dairelerine.
“Böyle rezalet ne Çin’de ne Maçin’de görüşmüştür doktor hanım!” Hanım mı? Kel gördüğüm doktor kadın mıymış? Dedem haykırmaya devam ediyor: “Torunumu diri diri gömeceklermiş bana sormadan. Bu kasabada beni tanımayan mı var?” Anlaşıldı, öfkesi doktora değil. Orada olmayan birilerine gürlüyor. Beni çok sevdiği için değil gürlemesi, haykırmanın şehveti sadece. Meslek icabı. Yahut meslek hastalığı. Yahut yegâne yeteneği.
Peki ama doktor hanım kel mi? Doğrulduğunda anlıyorum, evet kel. Soyadı Köse sakallıdan sonra, şimdi de bu doktor. Birileri şaka mı tertip etti acaba?
“Ahmet iyi misin çocuğum? Bu kaç?” diyor artık kel olduğunu bildiğim doktor hanım. Eliyle dört yapıyor. Dedemin gür kaşlarına takılıyor gözüm. Kadının saçından daha fazla olabilir. Doktor mutlu biri, yüzünden belli. Dedem değil. Her yerinden belli. İmdat cümlelerinden birini kuracak diye içimden geçiriyorum. Şaşırtmayı sevmez: “Fakr û zaruret içinde bu ülke efendim. Fakr û zaruret içinde!” Kadın artık gülerek soruyor: “Ahmet, evladım bu kaç?”
Daha fazla merakta bırakmak istemiyorum. “Fakr kelimesinde kaç harf varsa, o kadar,” diyorum. Gülmüyor. Kulağıma davranıyor. Etkilendiğini düşünüyorum. Oysa o dehşet içinde.
“Hemşireeee! Hemşireeee! Çocuğun kulağından toprak çıkıyor. Kırmızı! Koşun. Kan değil, toprak. Koşun!”
Ben bir kere toprak olmuştum zaten. Muhtemelen onu diyor.