Bir defasında toprak olmuştum ben. Kırmızı. Şadi ve Şafak beni sahanın ortasında bırakmış, tırım tırım okula dönmüşlerdi. İkisi birden. Bir insanın tek başına, sakince kötü olabileceği aklıma gelirdi de, iki kişinin yan yana zalim olacağını o gün idrak etmiştim. Kötünün zalim olması için kalabalık gerektir. Bu kalabalık, iki kişiden teşekkül etse bile. Hatta en çok iki kişilerden teşekkül eder.
Kaleye mahalleden ufak bir veledi sokmuş penaltı çekişiyorduk. Şadi solaktı. Sol ayağı hiç de fena değildi. Topu sürerken kendi kendine konuşmayı sever, spikerliğini kendi yapardı. “Puskas aldı topu, fuleli koşuyla ceza sahasına yaklaşıyor ve faul. Bu faul dünyanın her yerinde ayıptır sayın seyirciler!” Maradona’yı hiçbirimiz sevmezdik. Şafak süzme salaktı. Halen öyle olsa gerek, haberlerini ara sıra alırım. Çoğul söyledim ama yanlış dedim. Haberini alıyorum: Şafak halen süzme salak. Üst düzey yöneticilik yapıyor. Stres çarkı üreten firmalara plastik satıyorlarmış bugünlerde.
İlk golü ben attım ve Şadi’nin annesine küfrettim. Bunu hep yapardım. Gülüşürdük. Annesini hiç görmemiştim. Babası çek-senet işinden cezaevindeydi. Kardeşlerinin hepsi gayrımeşru koşturuyordu. En ufakları anasının karnından sigarayla doğmuştu. Üç yaşından bu yana sigara içiyordu. Sekiz yaşındaydı. Beş yıllık tiryaki olarak sigara zamlarından hiç etkilenmiyordu çünkü abilerinden biri bizatihi sigara hırsızıydı. Abisi (Şadi’nin bir küçüğü) tekelden çalıyor, en küçük tiryaki de abisinden çalıyordu. İkinci golü Şafak attı. Şadi’nin annesine küfretti. Bunu hep yapmazdık. Gülüşmedik. Batıl itikatlar kadar, alışkanlıklar da belirleyicidir. Hele o yaşlarda.
Kaleye soktuğumuz çocuk torbaydı ama cevvaldi. Şadi topu dışarı, çok uzağa atmıştı. Çocuk topa doğru mermi gibi koşarken, Şadi kendi annesine küfrediverdi. Gülüştük, üçümüz. Üçümüzün birden son gülüşmesi olarak tarihin 70 gram Enso kâğıdına not düşüldü bir yerlerde.
Üçüncü golü attım. Şafak’ın babasına küfrettim. Onun da babasını hiç görmemiştim. Gülüşmedik. Alışkanlık yaratmaya çalışıyordum. Top benimdi. Anneler ve babalar hep yaşlıydı. Benimkiler yoktu bile. Dedem cezaevinin baş gardiyanıydı. Sorduklarında “İnfaz Koruma Baş Memuru” demeyi severdik. Anneannem, memleketin tek televizyon tamircisiydi. Çekirdekten yetişme: Nenemin babası Hac’dan getirilen küçük film oynatıcılarını tamir edermiş. Bütün kasabada toplam 11 televizyon olduğu için işler kesattı. Elektrikler kesildiğinde ufak çaplı bayram ederdik. Elektrik yeri gelir çarparak can alır ve televizyon bozar.
Dördüncü golü Şafak attı. Anneme, beraberce küfrettiler. Top benimdi. Teke tek ikisini de yıkardım ama birleşmişlerdi. Güç yetirmem imkânsızdı. Önce Şadi vurdu, sonra Şafak. Şadi düzgün sol ayağıyla Puskas gibi vuruyordu. Cakkıdı cakkıdı, insafsızca dövdüler. Yere düştüm. Devam ettiler. İlk defa toprak oluyordum. Kırmızı. Top benimdi. Annem ölüydü. İkinci toprak oluşum deniz kenarında. Bir defa daha toprak olacaktım ben. Adım Ahmet’ti. İkinci Ahmet.
En sevdiğim şarkı “Güzel bir gün görmezsem/ Yakanda olur elim/ Eğer beni dinlersen/ Üstüme düşme benim” diye başlıyordu. Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi solağının Gheorghe Hagi olduğunu imanım gibi biliyordum.
Memnun oldum. Daha çok işimiz var.