Artık neredeyse istikrarlı aralıklarla yayınlanan KHK’lar, bir tür padişah fermanlarını andırıyor. Devletin dehlizlerinde kamu çalışanları hakkında adli süzgeçten geçirilmeksizin kararlar alınıyor, basın organları, kurumlar kapatılıyor ve bu dizayn sürecinin nerede duracağına dair hiçbir öngörüde bulunulamıyor. Olağanüstü hâl her geçen gün daha da olağanlaşıyor. Peki, devletteki bu dönüşüm ne anlama geliyor? AKP’li Ayhan Oğan’ın dediği gibi yeni bir devlet mi yaratılıyor yoksa var olan devletin yönetim biçimi mi değişiyor?
Kendisi de Barış İçin Akademisyenler’in yayınladığı barış çağrısı bildirisini imzaladığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Aytaç, olağan ve olağanüstü hâlin arka planını konuşabileceğimiz Türkiye’nin en yetkin entelektüellerinden biri. Ailenin Serencamı, Kitlelerin Ruhu ve Göçebe Düşünmek isimli kitapları sadece sıradan okur için değil, bu alanda çalışan akademisyenler için de ufuk açıcı nitelikte.
Seçim sistemlerinden istatistiğe, aileden kitlelere, yönetim biçimlerinden “milli iradeye”, insan hakları kuramından felsefeye, sosyolojiden kitle psikolojisine kadar geniş bir alanda derinlikli çalışmalarıyla tanınan Aytaç’ın muazzam birikiminin, ihraç edildikten sonra herhangi bir kurum veya yayınevi tarafından değerlendirilmemesi, Türkiye’deki kültürsüzleşmenin bir göstergesi aslında. Buna karşın Aytaç, barışın imzacısı olduğu için ihraç edilen diğer akademisyenler gibi düşünmeye ve üretmeye devam ediyor. Şu sıralar Türkiye’deki otoriterleşmenin kitleler üzerindeki etkisi üzerine de yoğunlaşan Aytaç’ın kapısını çaldık ve “milli iradenin” sahibini, azınlık- çoğunluk farkını, kapalı toplum yapısını, cesaret ile korku duygularını ve “barbarlığı” konuştuk…
16 Nisan referandumundan sonra ortaya çıkan şaibe, oy sayım sistemine dair tartışmaları da beraberinde getirdi. İktidarın, YSK dahil tüm kurumlar üzerinde belirleyici etkisi söz konusuyken, 2019’da adil bir seçim mümkün mü?
Türkiye’de birçok açıdan uzun zamandır adil seçim olanağı olduğunu düşünmüyorum. Seçim, her şeyden önce serbest ve adil bir yarış imkânı gerektirir. Hükümet olanaklarını elinde tutan güç, bu tür bir yarış imkânını her zaman kendi lehine çevirmiştir.
AKP dönemi için mi söylüyorsunuz bunu?
AKP dönemi ve ondan öncesi için de söylüyorum. Basit bir örnek: seçim çevrelerinin seçmenin eğilimlerine göre oluşturulması, Türkiye’de hep deneyimlediğimiz bir şeydi. İktidar partisi, kendisini destekleyen farklı yöreleri birleştirerek veya ayırarak yeni bir seçim bölgeleri yaratmak yoluyla bunu yapıyor mesela. Örneğin Yenimahalle’nin bir kısmını alıp Çankaya’ya bağlayınca, diyelim ki oradaki sosyal demokrat oy oranını azaltıp çoğunluğunu değiştirmek mümkün. Bazı ilçelerin il yapılmasının sebebi de bu. Türkiye’de idari birim olarak illerin oluşumunda son karar “kent sosyolojisi” ile değil, illerin aynı zamanda seçim çevresi olmasıyla ilgili. Bir yeri il yapan hükümet, oradaki ilk seçimde en az iki milletvekilini peşinen garantiye alıyor. Türkiye’de Menderes bunu ilk yapandır. Malatya’yı ikiye bölüyor, Adıyaman’ı ayrı bir il olarak kuruyor. Nevşehir’i il, Kırşehir’i de onun ilçesi yapıyor. Sonra da benzeri birçok uygulama yapıldı. Bu örneği seçim güvenliği meselesini sadece oyların sayılması bağlamında ele almanın yetersizliğini göstermek adına veriyorum. Seçimde adalet ve güvenlik ilkeleri birlikte ilerlemelidir. Seçim adaletini belirleyen bütün parametreler doğrudan veya dolaylı olarak seçim güvenliğiyle de ilgilidir. Seçim güvenliği ve adaleti konusunda üç soru sorarız. Bir: Kimler seçecek? Seçim çevrelerinin oluşturulması, seçmen yaşı, kırsal oyların toplanıp değerlendirilmesi sonuçları belirleyici bir faktördür. Gözlerden uzak yerlerde, özellikle Kürt köylerinde seçmen iradesi orada hangi silahlı gücün etkin olduğuna bağlı olarak baskı altında tutuluyor. Nitekim buralarda blok oylar çıkması sık rastlanan bir durum. İkinci soru şudur: Kim seçilecek? Yani kimler aday olacak, kimler olamayacak? Mesela şu an KHK ile kamu hizmetinden men edilenler aday olamayacak. Bunun bir boyutu hukuki prosedürlerle bir boyutu da toplumsal ilişkilerin doğasından kaynaklanan ve siyasi iradenin derinleştirdiği bir dizi adaletsizlikle ilişkili. Mesela Türkiye’de seçimleri her zaman erkekler kazanır. Üçüncü soru da şudur: Nasıl seçilecek? Bu soru çok güncel ve popüler güvenlik ve adalet tartışmasının dayandığı temeli işaret ediyor. Oy pusulaları nasıl olacak, bunlar nasıl sayılacak, sayım sonuçlarında ne türden bir çoğunluk anlayışı kabul edilecek? Sandalyelerin dağılımıyla oy veren insanların eğilimlerinin dağılımı birbirine ne ölçüde yakın olacak? Diyelim ki toplumda yüzde 50 kadın oyu varken, bu Meclis’e ne kadar yansıyacak? Açık söylüyorum, Türkiye’de yapılmış hiçbir seçim kadınlar açısından güvenli veya adil değildir. Her seçimin “fıtraten” mağlubu kadınlardır.
Neden?
Siyasetin cinsiyet yapısından ötürü serbest ve adil yarış imkânı yoktur. Görünen veya görünmeyen birçok engel yaratarak, bütün koşulların güçlülere göre düzenlendiği bir yarışta yine güçlü olanın kazanmasından daha doğal ne olabilir?
ÇOĞUNLUĞUN NE OLDUĞU SİYASİ OLARAK BELİRLENİR
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde “Bir tane evet fazla olursa bu iş bitiyor mu? Demokrasi bu değil mi? Hangisi daha fazla çıkarsa mesele onun lehine bitmiştir” dedi. Demokrasi gerçekten bu mu?
Bu anlayışa göre demokrasi bir çoğunluk sistemidir. Fakat unutulmamalıdır ki demokrasiler de eninde sonunda belli bir toplumsal birlik biçimidir. Her siyasal topluluk gibi demokratik toplum da bir birlik iddiası içinde ortaya çıkar. Temsili demokrasiler farklılıkları, görüş ayrılıklarını ortak bir zeminde birleştirmenin yolu olarak seçimi ileri sürer. Seçimde insanlara bir soru sorulur: Şu mu başkan olsun, bu mu? Şöyle mi yapılsın, böyle mi? Ve basit bir yanıt istenir: Evet veya hayır. Yahut bazen bir sıralama yapılır. Fakat verilen oylar kadar bu oyların neyle ve nasıl sayılacağı belirleyicidir. Farklı sayım yöntemlerine göre farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Çoğunluk dediğimiz şey, aslında bu sayım yöntemleriyle belirlenir.
Yani seçimin sonucunu, seçmen davranışından ziyade sayım mı belirler?
Çoğunluğun ne olduğu siyasi olarak, sayım usullerini öngören seçim yasalarıyla belirlenir.
2019 seçimlerinde nihai aşamada iki kişi yarışacak ve yarıdan bir fazla oy alan kazanacak. Çoğunluk da yarıdan bir fazladır…
Ama iki turlu seçimler seçmeni belli bir çoğunluğa dahil olmaya zorlar, onun davranışını yordamlar. İkinci turda seçmenler, aslında seçilmesini istedikleri kişiye değil mecbur bırakıldıkları iki kişiden birine oy verirler. Çoğu seçmen kazanmasını istediği kişiye değil, kazanmasını istemediği kişiye göre oy verecektir bu turda. Burada artık seçmen özgürlüğünün koşullandırıldığını, belli bir tekniğin mecburiyeti altında olduğunu görüyoruz.
MİLLİ İRADE KARARIN SAHİBİ DEĞİL İNŞA EDİLENDİR
O halde “seçmen iradesi” veya “milli irade” seçim teknikleriyle mi belirleniyor?
Bence milli irade kararın sahibi olan değil, sonuçları isnat edebilmemiz için karar vericiler tarafından inşa edilen bir şeydir. Milli iradenin ne olduğu, nasıl oluşacağı siyasi olarak belirlenir. Seçim çevrelerinin oluşturulmasından tutun da oyların sayılma yöntemine kadar bir dizi aşama belirler o “milli iradeyi”.
O aşamaları da belirleyen iktidar olduğuna göre, Erdoğan’ın 2019’da seçilmesi mukadderat mı oluyor?
Kesin olarak değil; çünkü seçimle her zaman bir belirsizlik veya risk unsuru da devreye girebiliyor. Manipüle ettiğin seçmen davranışının nasıl tepki vereceğini önceden tam olarak kestirebilmek mümkün değil. Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz’ın oluşturduğu ANASOL-D hükümeti 2002’de iktidarın bütün olanaklarını kullandığı halde gittiği baskın erken seçimde oyların sadece yüzde 2’sini alabildi ve seçimi AKP kazandı. Dolayısıyla seçmen davranışını teknik olanaklarla çerçevelemenin içerdiği belli yapısal koşullar da var.
ARTIK SEÇİM KAMPANYALARI TANKLARLA, TOPLARLA YAPILIYOR
Ne gibi koşullar?
Mesela enformasyon akışının kontrolü, günümüzde sosyal medyanın denetlenmesi… Bu, “reis, millet ve devlet” üçlüsü üzerine kurulmuş bir siyasetin dinamiklerini düşünmeyi gerekli kılıyor. Türkiye’de artık bildiğimiz anlamda temsili demokrasi rejiminden söz etmek zor. Seçim artık savaş da dahil her türden siyasi stratejinin kendisine doğru odaklandığı bir hedef haline geldi. O yüzden basının kontrolü, belli imajların yönetilmesi büyük önem taşıyor. Dünya görüşleri, örgütler, yapılar değil, liderler ön plana çıkıyor. Siyasetin parti ve örgüt düzeyinde bir tür “hiper-başkanlık” sistemi hakim. Uluslararası bağlamın içine yerleştirdiğimizde Tayyip Erdoğan Putin’le, Aliyev ile benzer özellikler gösteriyor. Bu açıdan Türkiye gibi gecikmiş modernlik deneyimine sahip veya post-sosyalist ülkelerin siyasetinde gelişen yeni bir otoriterlik formunun işaretleri var. Bu liderler seçimleri çok önemsiyor, seçimle işbaşına gelmiş olmalarının çok altı çiziliyor. Elbette, temsili demokrasilerde seçimlerin merkezi olması ve meşruiyet dayanağı oluşturması doğaldır. Bu bakımdan söylediklerimi alakasız eleştiriler gibi görebilirsiniz. Fakat şu nokta önemli: Temsili demokrasilerde seçim kazanmak kadar kaybetmek de var; oysa bu liderler öyle kolay kolay seçim kaybetmiyor.
Bunun sebebi, seçmen davranışlarını siyaset ve hukuk uygulamalarıyla yönlendirmeleri mi?
Kullanılan araçlar bundan ibaret değil. Artık Türkiye’de tanklar, panzerler, toplar da seçim kampanyalarının ve halkla ilişkiler çalışmalarının bir bileşeni haline geldi. Çoğu insan özyönetim ve hendek siyasetine karşı girişilen operasyonların sadece asayiş ve devlet otoritesini tesis etme amacına hizmet etmediği konusunda hemfikir. Bu süreçte yaşananlar, büyük oranda 7 Haziran seçimlerinin iktidar aleyhine olan sonuçlarını boşa çıkarmak amacını güdüyordu. Dar anlamıyla seçimi yönetmek, seçime hakim olmak dönemin siyasetinin en belirleyici özelliği.
Erdoğan daha önce balkon konuşmalarında tüm Türkiye’ye hitap ediyor, kapsayıcı olmaktan söz ediyordu. Neden artık sadece yüzde 50 artı 1 vurgusu yapıyor?
Erdoğan’ın böylesi bir partikülarizme varmış olması, onun toplumun bütünü üzerindeki meşruiyet iddialarından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Muhtemelen karar, makam ve pozisyonların belirlenmesindeki tartışmaları noktalamak istiyor. Meşruiyetin ölçütü olarak “çoğunluğu” öne sürüyor.
KURALA UYGUN OLAN MEŞRU OLMAYABİLİR
Nedir çoğunluk?
Benim gözümde çoğunluk gizemli, istikrarsız bir kavram. Farklı sayım usulleri farklı çoğunluklar yaratır. Örneğin anayasayı değiştirmek istersen çoğunluk beşte üçtür, yasa yapmak istersen veya referanduma gidersen oylayanların yarısından fazlasıdır. Dolayısıyla çoğunluk, neyin seçildiğine, kimlerin seçtiğine ve nasıl seçtiklerine bağlı olarak değişebilecek bir ölçüt. Yani seçimden önce gelen ve seçimi belirleyen kurallar çoğunluğun anlamını tayin eder. Bu bakımdan çoğunluğu milli irade değil, siyasi karar belirler. Örneğin AKP ilk iktidara geldiğinde ancak yüzde 30’ların üzerindeydi. İktidara geldi ve bu çoğunluk o zaman yeterli görüldü. Bu oran bütün katılımcılar içindeki en yüksek oy oranını gösterebilir ama yüzde 70 de seni seçmemiş oluyor. Bunlar tartışılmıştı.
Ama kural, kimin daha fazla oy alacağına dayanıyor…
Evet, kural böyle. Kural objektif ve gözlemlenebilir bir ölçüt sunuyor. Oysa, çoğunluk kavramı sadece kuralı değil, siyasi meşruiyeti de temellendirmek için kullanılıyor. Ne var ki meşruiyet, kuraldan farklı olarak, subjektif. Kurala uygun olan, meşru görülmeyebilir. Türkiye’deki çoğunlukçu demokrasi anlayışı, mistik ve istikrarsız bir kavramı demokratik hak ve özgürlüklerin meşru temeli olarak sunuyor. Her siyasal toplumda olduğu gibi, Türkiye’de de bilgi, para ve insanı denetlemek büyük önem taşıyor. Bunları etkin bir şekilde denetlediğinizde, seçimi yordamlamak leblebi ve çekirdek meselesiymiş gibi görünebiliyor. Başta da söylediğim gibi seçim güvenliği meselesini basit bir kolluk ya da gözlem meselesi değil, onu da kapsayan, daha geniş bir çerçevede değerlendiriyorum.
AKP “GÖRÜLMEYEN DEVLETE” DOKUNAMUYOR
AKP MKYK üyesi Ayhan Oğan’ın “yeni bir devlet kuruyoruz, bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” sözlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Böyle diyorlar ama Türkiye’de hükmetme biçimi değişirken devlet değişmiyor. “Görülmeyen devlet” diyebileceğimiz devlete dokunmuyor, dokunamıyor. Evet, her şeyi değiştiriyor gibi gözüküyor ama esas olanı değiştirmiyor.
Esas olan ne?
Hiçbir şey değişmeden kalsın istiyorsanız, her şeyi değiştirmeniz gerekir. Mesela Mustafa Kemal öyle yapmıştır. Her şeyi değiştirmiş gibi gözüküyor ki değiştirdi de; ama bir kişinin iradesine tabi olmayı değiştirmemişti. Bu açıdan Osmanlı’yla bir süreklilik arzetmiştir. Siyaset bilimciler uzun yıllar AKP’nin seçim zaferlerini çok partili liberal bir sistem içindeki hakim parti modelleri çerçevesinde çözümleyebileceklerini düşündüler. Halbuki Türkiye bir tür örtülü tek parti sistemine dönüşmeye başladı. Eleştirilen ebedi şeflik şimdi reislik biçiminde geri döndü. Parti ile devlet özdeşliği, “milletin çocuklarının devlete gelmesi” programıyla eşi görülmedik bir homojenleştirme süreciyle yeniden uygulamada. Kamu görevlilerinin yoğun ve politik tasfiyesi, bürokratik tensikat tek parti döneminde bile bu oranda olmamıştı.
Az önce çoğunluk kavramının inşasından söz ettiniz. Peki azınlık nedir?
Azınlık da çoğunluk gibi gizemli bir kavram. Kimdir azınlık? Mesela Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı döneminde siyahlar azınlık kabul ediliyordu. Oysa aritmetik olarak çoğunluktular. Mesela Filistinliler sayısal olarak çoğunluğu oluşturdukları halde İsrail’de azınlıktır. Aslında azınlıklar aritmetik açıdan sonsuz büyüme potansiyeli taşırlar. O yüzden de egemenleri çok korkuturlar. Türkiye’de bir ırkçının kafasındaki temel korkulardan biri Kürtlerin çok doğum yapmasıdır. Amerikalı ırkçılar da“bu zenciler çok doğuruyor” diye yakınıyor. Yani çoğalmalarından, çok olmalarından endişe ediliyor. Buradan şu sonuca varıyorum: azınlığı ve çoğunluğu sayılar değil, sayılar ile iktidar süreçleri arasındaki ilişki belirler.
O halde çoğunluğa, sayısal fazlalık atfetmek yanlış, değil mi?
Elbette yanlış. Çoğunluk, modern temsili demokrasilerin mistik çekirdeğini oluşturur. Bütün mistik unsurlar gibi kaygan ve istikrarsızdır. Buna dayanarak, topluma veya “milli iradeye” siyasetten bağımsız bir güç atfeden anlayışı aldatıcı buluyorum.
MUHALEFET MUHAFAZAKÂRLAŞARAK İKTİDAR OLAMAZ
CHP, toplumun muhafazakârlığını gözeterek seçmenin ilgisini çekmek üzere zaman zaman muhafazakâr dile başvuruyor. Bu, muhafazakâr söylem üzerinden yükselen iktidara karşı etkili bir taktik olabilir mi?
CHP veya HDP’ye muhafazakâr görünmeleri, oruç tutmaları, Ramazan ayında su içerken görüntü vermemeleri yönünde telkinler yapılıyor. Buradaki görüş, toplumsal alanın siyasetten bağımsız bir yapıda olduğu kabulüne dayanıyor. Oysa toplumun muhafazakârlığı iktidar tarafından söylemsel olarak inşa edildi ve bu durum iktidara erişim şansı olmayan muhalifler tarafından bir veri olarak kabul edilmiş gibi geliyor. Bence toplum muhafazakâr olduğu için iktidar böyle olmuyor. Aksine, iktidar, toplumu böyle inşa ettiği için muhafazakârlık artıyor. Dolayısıyla bu yolda giden bir muhalefetin iktidar olma şansı fazla değil.
Yani CHP veya HDP muhafazakâr bir dil kullanarak AKP’yle baş edemez mi?
Sanırım edemez. Aksine, siyaseti iktidarın belirlediği koşullarda yapmış olur. Hatta siyaset yapmaktan vazgeçmiş sayılırlar.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP tam da bu yüzden Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermiş ve kaybetmişti. 2019 için de muhafazakâr, milliyetçi kimliği olan bir aday çıkarılması önerisi var. Böyle bir adayın Erdoğan karşısında kazanma ihtimali yok mu?
İnsan böyle bir adayla kazansa bile kaybetmiş sayılmalıdır. Çünkü burada söz konusu olan Erdoğan şahsının zaferinin ötesinde bir meseledir. Tek tek bireyler olarak bizim irademizi ve arzularımızı aşan, belirleyen, kendisine tabi olduğumuz zorlayıcı bir güç olarak toplum fikrinin siyasi kıvraklığı nasıl iptal ettiğini burada da görüyoruz. Ama zaten bu fikri de sadece siyaset yapma kudreti olmayanlar veri olarak alır. Deniz Baykal, çarşaflı kadınlara rozet takınca, “siyaset” yaptığını sanıyordu. Kılıçdaroğlu’nda bu durum o kadar sakil durmuyor. Ama bence her durumda siyasetin üstüne beton dökülmüş oluyor.
Peki muhalefet açısından çıkış ne?
Çıkış, siyaseti haklar ve özgürlükleri gözeten, seçim güvenliğinden tutun da toplumsal alanı inşa eden bütün parametrelere kadar her şeyi adalet ve barış ilkesine göre organize edecek bir bakış açısıyla ele almaktan geçer inancındayım. Erdoğan ve yol arkadaşlarının ise vaadi şu: “Büyük devlet olacağız. Bunun için büyük adamlara ihtiyaç var.” Oysa Türkiye’de bu tür “büyük adamlar” hep vardı.
DÜZENİ SINIRSIZ GÜÇ KULLANIMI DEĞİL BARIŞ SAĞLAR
Kimler mesela?
AKP’lilerin yaklaşımına göre mesela Abdülhamit, mesela Menderes, Özal. Yine AKP’lilerin savına göre bu büyük insanların önü dar görüşlü, Batı taklitçisi ve özgüveni olmayan küçük insanlar tarafından kesildi. Bu engellemeler de dış destekle yapıldı. Özal öldürüldü, Menderes asıldı, Abdülhamit 31 Mart komplosuyla tahttan indirildi. AKP bunu böyle çerçevelendiriyor. Dolayısıyla hukuk dahil, liderin iradesini ve gücünü engelleyen, denetleyen her şeyi askıya alma niyetindeler. Onlara göre Türkiye bu tip “engeller” kaldırıldığında büyük siyasi hamleler yapabildi, bunun dışındaki dönemlerde yerinde saydı hatta geriledi. Abdülhamit ve Özal dönemi de örnek gösteriliyor. Şimdi bakın, mesele bu vaadin gerçekçi olup olmaması değil, seçmen topluluklarında yarattığı etki. Aslında bütün siyasi dönüşüm süreçlerinin önünde sürdürülebilir bir düzen tesis etme problemi vardır. Düzenin esası ise gücün sınırsız kullanımında değil, toplumsal barışta yatar. Farklı unsurların bir arada yaşama arzusunu belirleyen şey budur. Şiddet, savaş veya zor yoluyla bastırılmış toplumsal arzular sadece çatışmayı yatıştırırlar. Tıpkı bugün Kürt veya Alevi meselelerinde olduğu gibi.
Toplumsal barıştan kastınız nedir?
Barıştan çatışmanın yokluğunu değil, ruhların bir arada, uyum içinde yaşamasını anlıyorum. Böylesi bir uyum sadece insanların adil olduğuna inandığı bir toplumsal düzenleniş içinde mümkün olabilir. İnsan haklarını gözetmeyen bir siyasal projenin inşa edeceği bir toplum çok kırılgan olacaktır. Tankla, panzerle veya çoğunlukla ezdiğin “azınlığı” bir an için susturabilir, hatta belki de yıldırabilirsin. Ama bu, o toplumun kalıcı bir istikrar ve dengeye kavuştuğu anlamına gelmez.
BİZDE OLAĞANÜSTÜ HÂL OLAĞAN HÂLDİR
Toplumsal barış, istikrar, uyum tartışmaları cumhuriyet tarihi boyunca hep tartışılmış ama neredeyse hiç sağlanamamış. Sizce şu an toplumsal barış ve istikrar ihtimalinin neresindeyiz?
Bakın, Kanuni Esasi ilan edildikten kısa bir süre sonra Abdülhamit tarafından askıya alınıyor. Meclis 30 yılı aşkın bir süre toplantıya çağrılmıyor, seçimler yapılmıyor ve bir tür olağanüstü hal uygulanıyor. Sonra İkinci Meşrutiyet döneminde anayasa uygulanıyor, ardından sopalı seçimler, darbe ve karşı darbeler ve savaşın sonuna kadar anayasa yine uygulanamıyor. Sonra Kurtuluş Savaşı, ardından tek parti dönemi; Takrir-i Sükun, İstiklal Mahkemeleri derken çok partili hayata kadar bu devam ediyor. Ardından 1960 darbesi ve sıkıyönetim, 12 Mart darbesi ve yine sıkıyönetim, MC iktidarları ve yine sıkıyönetim. Daha sonra 12 Eylül darbesi ve sıkıyönetim, devamında Kürt sorunu için ilan edilen ve yıllarca süren olağanüstü hal. Ve şu anda tekrar darbe girişimi ve sonra olağanüstü hal… Aslında süreklilik kazanmış ve düşük yoğunluklu bir iç savaş tarihinden söz ediyoruz. Dolayısıyla bizde olağanüstü hal kural, olağan hal ise istisnadır gibi duruyor. Şu anda olağanüstü hali değil, yüz yılı aşkın süredir olağanlaşmış hali yaşıyoruz aslında.
Bu sürekli olağanüstü halin sebebi nedir peki?
Bizdeki durumun toplumsal birliğimizi inşa eden süreçlerle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Aileden dini topluluklara kadar, her toplumsal birim, iç düzenini dışlayıcı bir bütünlük yaratma pratiğine borçludur. Her toplumsal bütün belli bir sınır çizgisi çekmek zorunda. Sınırların siyasal yapıların inşa edilişindeki önemini anlatan Roma mitolojisinden önemli bir örnek vardır. Aslında sınır çizme, bir birliği inşa eden temel unsurdur. Bu durumda aslında bütün toplumsal birlik biçimleri belli bir dışlamaya, ötekileştirmeye tabidirler. Sınırlandırma, insani ortaklık biçimlerini durağan ve kapalı hale getirir. Ama paradoksal olarak kapalı toplumsal yapılar, hem içte hem dışta çatışmanın temelini oluşturur.
Ulus devleti de böyle değerlendirebilir miyiz?
Sadece ulus devleti değil, aileyi, kenti, cemaati… Aslında bir arada yaşamanın normu, ötekine karşı savaş veya böylesi bir savaşa hazırlıktır. Bu da ancak kendini sürekli bir düşmanla karşı karşıya görmekle mümkün olabilir. Kültürel görelilik konusunda önemli katkıları olan antropolog ve filozof Claude Lévi-Strauss ırkçılığı tartışırken bunu net bir biçimde ortaya koyar.
SADECE BARBARLAR ÖTEKİLERİN BARBAR OLDUĞUNA İNANIR
Ne diyor Lévi-Strauss?
Herkes insan olma payesini kendi kültürel topluluğunun imtiyazı olarak görür, diyor. En ilkel kabilelerde bile bunu gözlemliyor Lévi-Strauss. Kendilerine insan ama diğer kabileye “köpek” veya “domuz” gibi aşağılayıcı isimler takıyorlar. Lévi-Strauss, barbarlığa inanmak için önce barbar olmak gerekir, diyor. Doğrusu, sadece barbarlar ötekilerin barbar olduğuna inanırlar.
Ne demek bu?
Kapalı toplum yapılarının durağanlaştırdığı, dışlayıcı ve genel bir insanlık uygarlığı anlayışından yoksun olan herkes, ulaşmış olduğu maddi gelişkinlik düzeyi ne olursa olsun barbardır demek.
Yani barbarlık, ortak duyguda birleşenlerin niteliği midir?
Günümüzde barbarlık vahşilik anlamında kullanılıyor ama Yunancada Yunan olmayanları, mesela Persleri tanımlamak için kullanılan küçültücü bir kavramdı. Kapalı birimler, yabancı olmadan, birilerini dışarıda tutmadan kendi birliğini sağlayamıyor. Tam da burada insan hakları meselesi büyük önem kazanıyor. Evrensel ve genel insanlık kurgusu, bu kapalı birimleri dışa açıyor ve onlara bir dinamizm kazandırıyor. Günümüz düşünce dünyasında şöyle bir inanç var: “Yerelden evrensele gideriz”. Aileye duyduğumuz sevgiyi şehrimize, şehrimize duyduğumuz sevgiyi ülkemize, ülkemize duyduğumuz sevgiyi de bütün insanlığa yansıtmalıyız, deriz. Ya da bir tacizciye, saldırgana şunu öneririz: Annene duyduğun saygıyı bütün kadınlara yansıt. Bakın, bu genelleştirici, evrenselleştirici önermelerde az önce söz ettiğim uygarlık ya da barbarlık paradoksunu görmeyen bir yan var. Kardeşlik, herkes benim kardeşim olamayacağı için değer taşır. Yani kapsayıcı olmanın aksine, dışlayıcı olduğu değer taşıyan bir imtiyazdır. Herkes benim kardeşim olduğunda kardeşliğin bir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla küçük birimden büyük birime, yani aile sevgisinden vatan sevgisine ve giderek insanlık sevgisine giden düz ve kolay bir yol yoktur.
VATANSEVERLİK EVRENSEL İNSANLIK KAVRAYIŞINA GÖTÜRMEZ
İki gün önce Erdoğan, “bu komünistler, bu sol görüşlüler vatansever değildir” deyince ÖDP şöyle bir açıklama yaptı: “Herkes bilmeli ki bu ülkenin yerli, milli ve gerçek vatansever tek hareketi soldur, devrimcilerdir.” ÖDP’nin bu yanıtı ne kadar solcu?
Türkiye’de bu tarz bir sol var. Ama vatanseverliğin evrensel insanlık kavrayışına götürecek bir yol olduğunu düşünmüyorum.
O halde vatanseverlik, bir sol hareketi enternasyonalist olmaktan çıkarır mı?
Evet ama zaten 20'nci yüzyılda, özellikle II'nci ve III'üncü Enternasyonel süreçlerinde gerçekleşen ulusçuluk ve sosyalizm ittifakı halen etkisini koruyor. İnsanlık sevgisine kendi ulusuna duyduğun sevgiden hareketle varamazsın.
Nasıl varırsın peki?
Kendi vatanında bir “yabancı” gibi davranmayı başardığında, yani kendi “insanının” ötekilere karşı kusurlarını görebildiğinde insanlık değerlerine varış için bir hamle yapabilirsin. Mesela “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına Türkiye’de müesses nizamın temsilcileri çok fazla tepki vermişlerdi. “Vatansızlık”, “köksüzlük” gibi kendilerince aşağılayıcı tabirlerle mahkum etmeye çalışmışlardı. Aslında bu slogan, tam da benim belirttiğim türden bir anlayışı yansıtıyordu. Yani Kürt veya Türk olarak belirlenmiş bir Müslüman olmaktan çıkıp bu sözü söyleyebildiğinde, “ben buraya ait olabilirim, ama ben bu evdeki yabancıyım” dediğinde insanlığa erişmenin önündeki önemli bir engeli kaldırmış oluyorsun. Tabii ki Ermenilerin bu topraklara dışarıdan gelme anlamında “yabancı” olduklarını söylemek istemiyorum, iktidar söylemindeki Ermeni imajına atıfta bulunarak bunu söylüyorum. Şimdi, Türkiye siyasal tarihinin temel belirleyicisi kapalı, sınırlı bir komünitenin, bahçeyi “kökü dışarıda olan” insanlardan ayıklama duygusu olmuş gibi görünüyor. Bu yüzden, yeri gelmiş Batılı değerleri benimsemiş padişahlar bile, yerel komünitenin değerlerini sorguladıkları için, “gâvur padişah” diye aşağılanmıştır. “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşerdir” dediği için Şinâsî, Tevfik Fikret gibi düşünürler de mahkum edilmiş, daha sonraları muhafazakar düşünce tarafından “komünist” olmakla itham edilmiştir. Halbuki bir doktrin olarak komünizmle veya onun bir türüyle ilgileri olduğunu düşünmüyorum. Kısacası, komünitenin değerlerini geniş insanlık değerlerinden hareketle sorgulayan herkes iç düşman olarak, bu topraklarda kökü olmayan kişi olarak görülmüştür. Hani o çok yapılan, yerli ve milli olma vurgusunun derin politik anlamını insanlık değerlerininin, evrenselliğin bu reddi oluşturuyor. İnsan hakları siyasetinin problemli hale geldiği yer de burasıdır.
GÜÇLÜ DEVLET İDDİASI SÜREĞEN SAVAŞ REJİMİ DEMEKTİR
İnsan hakları, yerlilik ve millilikle mi çelişiyor?
İnsan hakları savunuculuğu sadece ve sadece kendi toplumun içinde deneyimleyebileceğin bir yabancılıkla mümkündür. Bu da bayağı bir cesaret istiyor. Büyükada’da son derece sofistike ve uluslararası bir komploya maruz bırakıldı insan hakları savunucuları. İnsan hakları çalışanlar olarak arkadaşlarımıza yapılanlarla tekrar gördük ki, insan hakları savunucuları her zaman ajan olmakla, “dışarıda” kurulmuş olmakla suçlanır. Gerçekten de “dışarıda” kurulmuş bir siyasettir bu. Çünkü insan haklarını savunmak, sadece buraya ait olmanın dar görüşlülüğünü aşmayı gerektirir. İnsan hakları siyaseti yerel bağlarımızın yarattığı bir tür mekan poetikasını aştığımız yerde gerçek anlamını belli eder. O yüzden de kapalı olanı açar, durağan olanı devindirir. Sanıldığının aksine zaten var olan hakları koruyan bir bakışı yoktur. Toplumsal birimleri değiştiren, dönüştürücü bir yapısı vardır. Kısacası sosyal cemaatleri dönüştürür, değiştirir. Güçlü devlet olma iddiası, süreğen bir savaş rejiminin içinde olmak anlamına gelir. Bu bir çok açıdan büyük toplumsal sorunlar yaratabilir. Ama en önemlisi toplumsal barışı kırılgan ve sürdürülemez hale getirir.
Türkiye bu açıdan nereye gidiyor?
Öngörüde bulunmak mümkün değil ama havası epey zehirlenmiş bir atmosferin içindeyiz ve bunun yarattığı bir korku iklimi hakim. İnşa edilen korku iklimi çoğumuzda çaresizlik hissi yaratıyor. Bu diğer korkulara benzemiyor. Mesela deprem, insani kudretimizi çok aşan bir yerden, doğadan bize yönelen bir şiddettir. Ama deprem, insanların ellerini başlarına götürüp çaresizce oturmasına değil, onlarda bir şeyler yapma hissine sebep oluyor. Şu anki siyasal iktidarın yarattığı korku ise insanları bir şeyler yapma hissinden alıkoyuyor. Bence bunun sebebi, insanın insana uyguladığı şiddetin, doğanın yaptığından çok daha farklı bir niteliğinin olmasıdır. Doğa karşısında insan olma özelliğimizi yitirmiyoruz. Ama insandan gelen şiddet bizi insanlıktan çıkarmaya çalışan, onurumuzu zedeleyen bir niteliğe sahip. Belki de çaresizlik bununla ilgilidir.
Siz kitle psikolojisi üzerine epey çalışmış bir akademisyen olarak cesaretin bulaşıcı olduğuna dair iddiayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, cesareti bulaştıran ilk kişiyi anlamamızı sağlamıyor ama…. İnsan ruhu sanki duyguları taşıyan boş kaplarmış ve cesareti enjekte edince korku dışarı çıkıyormuş gibi düşünülüyor. Bunu doğrulayan deneyimler de vardır elbette. Peki bizde onur kaybı yaratan, insanın insana zulmünü doğanınkinden farklı kılan şey nedir? Bence insan zulmünün sınırını öngörememektir bizi korkutan ve çaresiz kılan. Nerede duracak, daha ne kadar zarar verecek? Kazanç ve kayıpları dengeleyemiyoruz. Bence toplumun şu an temel sorunu bu.
KORKUNUN ZIDDI CESARET DEĞİL, UMUTTUR
“İnsanlık onuru” diye bir şey var mı sizce?
Hiçbir spekülasyona girmeden şunu söyleyeyim: onurun temelinde insanlar arasındaki eşitlik arzusu olduğunu düşünüyorum. Farkın iktidar biçiminde tesis edilmesine duyulan tepkidir çatışmayı yaratan. Yoksa insanlar kendilerine içkin bir kötülükten ötürü sürekli bir çatışma içine girmiyorlar. Sadece kaynakların maddi dağılımında değil, toplumdaki saygınlık ve onur birikiminin dağılımında da bir eşitsizlik veya adaletsizlik var. Örneğin birine Ermeni olduğunuzu söyleyen kişilere, “Estağfurullah” denebildiği bir toplumdayız. Korku ve cesaret, öz saygı ve onurunu kazanma arzusunun gücüyle çok ilgilidir.
Bu durumdaki korku, onurunu daha fazla kaybetme riskiyle karşılaşmaktan kaçmak mıdır?
İnsanlar tanınabilirlik ve saygınlık uğruna kendi içinde bir amaçmış gibi gözüken birçok şeyi feda edebiliyorlar. Korkunun, feda edilebilir şeylerin sınırıyla bir ilgisi var.
Marks ve Engels’in “zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” hatırlatması tam da burada anlam kazanıyor galiba.
Tabii, bu kitlelere bir cesaret telkinidir. Korkuyu cesaretin, umutsuzluğu da umudun zıddı olarak değerlendiriyoruz. Oysa kontrastın korkuyla cesaret arasında değil, korkuyla umut arasında olduğunu görmek lâzım. Spinoza korkuyla umut arasında salınan insanların en olmadık şeylere nasıl ikna edilebildiğini çok iyi görmüştür. Spinoza, öbür dünya ödülleriyle insanları umutlandırıp şimdiki dünyada da ceza ve eza korkusu yayan egemenlerin kitleleri dilediği gibi manipüle edebilmesinden yakınır. Çareyi temel ifade özgürlüğü ve doğal demokrasi olan bir siyasal sistemde görür. İşin bu boyutu bizim için geçerli mi emin değilim. Ama korku ve umut arasındaki salınımdan kurtulup, bir an önce bu evrensellik meselesini politikleştirmek gerekiyor.
20 Temmuz 2016’dan beri uygulanan olağanüstü hâl kaldırıldığında, aslında olağan olağanüstü hâle geri mi dönmüş olacağız?
Şimdilik öyle görünüyor, çünkü barışın hüküm sürmediği bir yerde olağan bir şeyin devam ettirilmesi mümkün değil. Barış da genel bir insanlık değer sistemi içinde olmakla mümkündür. Öbür türlü, kapalı toplumlar için normal hayat, bir sonraki savaşa hazırlık için değerlendirilen barış zamanıdır. Dışlayıcı, homojenleştirici bir toplumun barıştan anladığı budur.