Ahmet Oktay: İtirazın şiiri şairin itirazı
Ahmet Oktay şiirinde belirgin bir tavır görülür. Şiirin entelektüel bir üretim olduğu anlayışını benimsediği gibi şiirin okunmasını da entelektüel bir etkinlik olarak kabul eder.
"Yine de tutuk dilimde
söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:
herkesin düşlerinden devşirilmiş,
ve karabasanlarından.
Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda,
bir gelinin gülümseyişi."
Sondan bir önceki kitabı "Hayalete Övgü"de (2001) yer alan "Madenci Lambası" başlıklı şiirinden bir bölümünü okuduğumuz dizelerin şairi Ahmet Oktay, Ankara’da (1933) doğmuştur. Yazıyla, kelimelerle yaşamış; elli yılı bulan yazın yaşamının sonunda İstanbul’da (3 Mart 2016) şairliğini Türkçeye emanet ederek veda etmiştir. Bir şair artık anılmıyorsa ölür. Ölürse ten ölür, şairler ölümlü değildir de diyebilirim. Çünkü bir dilimiz varsa, onu en çok şiire borçluyuz…
"İkinci Yeni"den olmayan bir "İkinci Yeni" şairi de denebilir onun için. "İkinci Yeni" dalgasının yükseldiği yıllarda o başka bir grup içindedir ve Mavi dergisini çıkarmaktadır. O grupla birlikte o da "Mavici" olarak adlandırılır. "Maviciler" toplumcu gerçekçi sanat anlayışından yanadır. Ancak onun ilk kitabının adı "Gölgeleri Kullanmak" (1963), o yıllarda içinde bulunduğu toplumcu gerçekçi çevrenin şiir anlayışından çok "İkinci Yeni" şairlerinin söylemine uygundur. "Gölgeleri Kullanmak"ı, onun şiir serüvenini de göz önünde bulundurarak düşünmek gerekir. "Gölge" birey üzerindeki toplumsal, kültürel siyasal "etki" olarak yorumlanabilir diye düşünüyorum. "Gölgeleri Kullanmak" adını da bu bağlamda değerlendirmek olası.
Çevremizden yaşamdan aldığımız etkiler, bizde iz bırakan olaylar aynı zamanda üzerimizdeki gölgeler değil midir?
"Hadi uzan özlemim kadar,
bulutlar gidiyor, şimdi işim
çoğaltıp gölgeleri kullanmak."
Doğan Hızlan bir yazısında, "Ahmet Oktay, iyi şairliğinin yanı sıra düzyazılarıyla da Türk edebiyatının önemli, okunması gereken adlarından biridir" diyor. Ben bu ifadeyi şöyle değiştirmek istiyorum: Ahmet Oktay, düz yazılarının yanı sıra şairliğiyle Türkçe edebiyatın önemli adlarından biridir.
Oktay gibi şairliğine entelektüel tavrı da eşlik etmiş isim pek yoktur modern Türkçe edebiyatta. Türkiye’de onun gibi akademik çevrelerin dışında olup da hem şair hem de entelektüel üretimiyle düşünce dünyasına katkıda bulunan başka biri yoktur. Belki akla bir iki isim gelebilir. Ancak Ahmet Oktay’ı onlardan ayıran önemli özelliği, şairliğinin dışında roman, öykü ve benzeri edebi türlerle ilgilenmemiş olmasıdır. İnceleme, araştırma ve denemelerle doğrudan doğruya entelektüel bir rol üstlenmiştir. Bu yönüyle de düşünsel değişime, kültürel gelişime katkıda bulunmuştur.
"Gölgeleri Kullanmak", Ahmet Oktay’ın 1948’le 1963 yılları arasında yazıp dergilerde yayımladığı şiirlerinden bir seçmedir. Kendi sesini arayan genç bir şairin arayışlarını yansıtır. Bu nedenle, hem bazı kişisel etkilenmelere hem de dönemin genel edebiyat ortamının yansımalarına rastlanır bu kitapta. Bunu kendisi de "Gölgeleri Kullanmak gerçekten bir arayış kitabıdır. İçerik düzeyinde de biçim/biçem düzeyinde de" diye açıklar.
İlk kitabı, etkisinde olduğu toplumcu gerçekçi anlayışı yansıtan şiirlerden oluşur. "Umu” başlıklı şiiri onlardan biridir. Kısa bir bölüm:
"Oyuncak kentler kuruyor acının elyazıları
yağan kar gölgelerinden.
Birer birer gitti onlar.
Mayısta, Haziranda akşamüstü, sabaha doğru ya da
masalların mısır patlatılan gecesinde uyuya kalan
bir çocuk gibi elleri yumuk,
gittiler.
Korkularını değil
ikindi yağmurundan ayıran taş duvarlarına,
seni güvercin gürültüleriyle dolu bir alanda bırakıp
aşklarının sıcaklığını götürdüler."
Genç bir şair olarak ilk şiirlerinde, o dönem sosyal çevresinde yer aldığı Ahmed Arif’in etkileri hâkimdir. Bunu kendisi de dile getirmiştir: "İlk kitabım her ilk kitap gibi çeşitli esintiler içeren, arayan bir kitaptı. Benim ilk ustam da Nâzım’dan çok Ahmed Arif olmuştur."
İlk kitabındaki yer yer masalsı söyleyişi şiirinin sonraki sürecinde terk ederek deneyime, yaşanmışlıkların üzerinde bıraktığı etkiye, duygusal ve düşünsel izlerine büyük önem verecek, şiirlerini bu temele dayandıracaktır. Toplumcu gerçekçilik anlayışının yerini de günlük hayatın ayrıntılarında yer alan varoluşçu deneyim alacaktır.
"Gölgeleri Kullanmak"tan sonra gelen "Her Yüz Bir Öykü Yazar"da (1964) günlük hayatın ve deneyimin izleri görülmeye başlar… Ancak bu ikinci kitapta da hâlâ belirgin bir toplumcu gerçekçilik anlayışı söz konusudur. Şu betik "Av Saatini Bulmak" başlıklı şiirinin ikinci bölümünden:
"Her şey ne kadar aynı
Gök kararır, rüzgâr uğuldar
uğultu çarşıları süsleyen arma.
Bir yasın ertesi. Diyelim çarşıda
bir kadını geçsem tenhalaşarak
yüzünün somakî hüznünü saklar.
Şaşıyorum buna, en çok şaşıyorum
bu gevşek ipte, bu dengesizlikte
tüketirken sesini gönülsüz kanarya
her yüz daima bir öykü yazar."
Bu dönemden itibaren Ahmet Oktay’ın şiirinde iki ana hat, bazen yan yana, bazen birbirine karışarak, ama varlığını koruyarak gelişir ve sürer. Birincisi bireysel trajedi, ikincisi bireysel trajedinin toplumsal kültürel ortamla olan etkileşimi. Bu ve sonraki dönemlerde onun şiirinde izlek olarak göç vardır, kır vardır, kent vardır. Kırda, kentte, göçte sıkışmış insan vardır. İnsanda sıkışmış insan vardır. Bir sıkışmışlığın, sıkıştırılmışlığın şiiri vardır… Yaşamın oluş biçimine itiraz vardır. Şairin bir birey olarak toplumsal etkileşimini maddeci diyalektik anlayışla işleyecektir. Şiirden ödün vermeden, öykü anlatmak onun şiirinde tipik bir özellik olarak belirir.
"Her Yüz Bir Öykü Yazar" kitabında "babasını öldüren eşcinsel oğul" izleği işlenerek farklı cinsel kimlik sorunu, sosyal boyutlarıyla tartışılır. Üçüncü kitabı "Dr. Kaligari'nin Dönüşü"ndeyse yine bireysel olanla toplumsal olanın ilişkisi "kürtaj" sorunu üzerinden işlenir. Kitap tek bir şiirden oluşur. Şiirin girişinden bir bölüm:
"Ve öyle bakıyorlar ki birbirlerine
her şey avluya düşen çiğ güneş ışığındaki
bir ölü gibi çıplak kalıyor.
Ve bir soru
dağıtıyor yüzlerce ayak sesinin gürültüsüyle
suçluluklarını
korkunç bir hünerle getirip bıraktığı onların
altın bir gölün anısını
ve bir duyum yitimi olayındayız ki işte
bir haykırış mıdır artık
yoksa haykırışın yankısı mı:
çocuğum olur mu yine?
Ahmet Oktay diyalektik bir şiir yazmıştır. Yazmıştır çünkü ona göre şiir yaratılan, yapılan, yazılan bir kişisel etkinliktir. O nedenle denebilir ki şairin ‘yansıtan araç’ olmasıyla ‘yaratıcı, kurucu özne’ olması konusunda bir hayli düşünmüş, tartışmıştır. Şiir yolculuğu da bu yaklaşımın izlerini taşır.
Ahmet Oktay’ın düşünsel gelişimi ve değişimi şiirine de yansımıştır. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışıyla başladığı şiiri ilk iki kitaptan sonra varoluşçu düşünsel etkilenmelerle birlikte bireysel boyutun geliştiği bir başka düzleme taşınmıştır. “Dr. Kaligari’nin Dönüşü” (1966) adlı kitabı bu dönemin başlangıç özelliklerini taşır. 12 Eylül askeri darbesinin yaşandığı seksenlere kadar gelen süreçte bu düşünsel yaklaşım şiirlerinde belirgindir. “Sürgün” (1979) kitabı uzun bir şiirden oluşur. Kitabın beşinci bölümündeki şiirden bir betik:
"Yakındı kardeşlerini yitiren Küçük:
Yuvamız ne oldu?
Anılarımız ne oldu?
Nedir bizi şartlayan amansız Yasa?"
Ahmet Oktay tematik şiirler yazar. Hem biçimsel, hem biçemsel tutumu işlediği temalarla bir bütünlük yaratır. Şiirleri yapıt olarak değerlendirir. O yüzden tek tek şiirlerin oluşturduğu kitaplar yerine, belli bir temanın işlendiği şiirlerin bir araya geldiği yapıtlar hazırlamıştır denebilir. Bunda pek şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü o bir Marksisttir. Bu açıdan bakıldığında sanat yapıtı da bir emek sonucu ortaya çıkar. Öyleyse neden düşünsel etkinliğin sonucunda sanatçının, şairin ortaya çıkan ürünü için "yapıt" denilmesin?
"Sürgün" de varoluşçuluk döneminin ve tematik tutumunun bir ürünüdür. "Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi" (1981) adlı kitabı da "Sürgün" gibi varoluşçuluk düşüncesinin yoğunlaştığı, şiirlerine biçim ve biçem olarak yansıdığı bir başka yapıtıdır.
Bu son iki kitabı Ahmet Oktay’ın aynı zamanda siyasal ortama, olaylara ve gelişmelere yönelik tepkisini de dile getirdiği şiirlerden oluşur. 1960’tan 1980’deki 12 Eylül askeri darbesine kadar geçen süreçte bir de 12 Mart darbesi yaşanmıştır. Bu dönemde de toplumun susturulması, siyasal ortamın bastırılıp yok edilmesi, özgürlüklerin gaspı, daha da önemlisi toplumsal, siyasal muhalefeti yükselten en önemli güç olarak gençlik hareketinin önderlerinin katledilmesi, idam edilmeleri gibi acılar yaşanmıştır. Bütün bu toplumsal, siyasal olayların ve oluşturduğu acıların şair üzerindeki duygu ve düşünsel etkileri, seksenlerin başında yayımlanan iki kitapta topladığı şiirlerinde dile getirilir…
"Sürgün"de siyasal uygulamalar ve baskılar nedeniyle içine sürgün edilen bireyin şiiri yer alırken "Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi"nde umudunu yitirmeme, daha iyi bir dünya, yaşam için direnmekten, mücadele etmekten vazgeçmeme, hep beraber başlanmış bir şarkının söylenmeye devam edilmesiyle ilgili inat dile getirilir. İsyan toplumsal olduğu kadar bireysel bir hayattır da… Direniş, mücadele da öyle… Oktay da şiirlerinde bunu paylaşır bizimle… "Dirilen Bir Efsanedir Deniz" başlıklı şiirinden bir bölümü okuyalım:
"Her parmağında bir kimya
avcunda dönenceler taşıyan dostum
gürüldeyen bir lav gibi yıllardır
hikmetin yalayıp geçiyor derimi,
soydaştan başka nedir ama
sözcüğün şahdamarını ısıran
doğayı bir çığlıkla avuçlayan
Lorca'yla Neruda?
Bir yandan Kış Sarayı’nı basıyor
ilkyaz depremi gibi kıpırdamıyor mu bir yandan
öğrenciler Dolmabahçe'de?
Aynı soydan değil mi
dağlarda çeşmeye dayanan ağız
ve uçurumun gibi gibi çatırdayarak
açılan tomurcuğu gören
ergin ya da çocuk?"
12 Eylül’den sonra Türkiye için toplumsal, kültürel, siyasal olarak yeni bir dönem başlar. Bu yıllar Ahmet Oktay için de yeni bir dönem ve dönemeç olur…
Eleştirel düşünce ve Frankfurt Okulu’nun ünlü düşünürlerini okuyup etkilenmesi de bu süreçte gerçekleşir.
Oktay, düşünsel değişim süreçlerini bir kopuştan çok eklemlenme olarak yaşadığından olsa gerek şiirlerinde de aynı eğilim görülür. Bir önceki şiir anlayışı yeni geliştirdiği şiir eğilimiyle bütünleşir.
Şairin, "Kara Bir Zamana Alınlık" (1983) adlı yapıtı için varoluşçu düşünceyle eleştirel düşüncenin eklemlendiği ilk örneklerin yer aldığı bir kitap denilebilir. Kitaptan "Bir Mendil Günün Göğsüne" başlıklı şiirini anımsamak için küçük bir bölüm paylaşmak istiyorum. Ancak uzunluğu nedeniyle buraya alamadığım, 12 Eylül sonrasının sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, psikolojik ortamını yansıtan “Birahane Longa” şiirinin de mutlaka okunmasını öneririm.
"…Duvarın dibinde
nar ayıklayan bir çocuk
senin galibin. Yaşamı anlamak
gerek, çağı anlamak gerek. Ey
denizin sığıntısı! Yas tutmak
yok, kendine acımak yok…"
(…)
"…Arıtmak için su,
yeşertmek için su. Bir köreliş
ilenç ve yas. Öç peşinde koşanın
yalvaçlığına hayır! İnsanın zamanları
değişken; hep yanıldı ödeşmek
isteyen. Ödeşme değil! Yüzleri
flaşlar gibi çakan kalabalıkları
anlamak gerekiyor. Vakit var,
vakit var: Söylendi de ‘En iyi okuldur’
diye – ‘yenilgi yılları’. "
VAROLUŞTAN ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE...
Varoluşçu yaklaşımla eleştirel düşüncenin eklektik bir şiirsel uygulaması olduğu değerlendirmesi, "Yol Üstündeki Semender" (1987) adlı yapıtı için daha geçerli olabilir. Ahmet Oktay’ın galiba en çok bilinen, onu geniş kesimlerin, şiir okurlarının tanımasını sağlayan yapıtı olmuştur aynı zamanda “Yol üstündeki Semender”.
Daha önce "Her Yüz Bir Öykü Yazar"la Yeditepe Şiir Ödülü’nü (1964) alan şaire bu yapıtı da Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü getirecektir.
Ahmet Oktay şiirinde bu dönemden itibaren belirgin bir tavır görülür. Şiirin entelektüel bir üretim olduğu anlayışını benimsediği gibi şiirin okunmasını da entelektüel bir etkinlik olarak kabul eder. "Yol Üstündeki Semender" şiiri intihar temasını işler… Kitap "müntehir" olarak bilinen ve tarihsel kimlikleri olan on iki kişiyi konu edinen şiirlerden oluşur. Şiirler, şiir okurunun entelektüel katkısıyla genişlik ve derinlik kazanacak niteliktedir. Şair bilinçli bir tercihle şiirlere konu edilen “müntehirlerin” tarihsel önemlerini, kimliklerini, yaşamlarını ve benzeri özelliklerini okurun merakına sunar…
Öte yandan; "Yine de ‘evet’ demeyen:/ dayanıp kalıyor elinde filesi/ demirlerine otobüs durağının" dizelerinin de yer aldığı ‘Prolog’la başlayan kitap, yaşanan koşulların bireysel ve sosyal olarak nasıl bir travma nedeni olduğunu ve olabileceğini de şiirin diliyle kayda geçirmiştir… Kitapta yer alan Vladimir Mayakovski için yazılan şiirin ilk betiği:
Bir kez daha kucakla beni
kara-büyüsüyle bağlandığım gece;
mağma ve kemik tayfunları,
yağmur sularında sürüklenen bir mektubun
sar'alı yazısı gibi silikleşen ün;
ölümün tunçtan dökülme flütü
akkora kesmiş yüreğimi titretmiyor;
Gece,
uçurumlarında belleğin
kılık değiştiren hayalet,
-insan bir tansık
diye yinele;
çünkü sözcüklerin külünden doğdu
yaralı oğlun.
"Ağıtlar ve Övgüler" (1991), şairin değişik kültürel kaynaklardan okumalarının izini taşır. Kitabın künyesinde bulunan Türkiye Yazarlar Birliği’nin ödülünü aldığı bilgisi de ayrıca dikkat çekicidir. Ahmet Oktay bir tür metinlerarası deneyime yönelir bu yapıtında… Karşıt olduğu varsayılan kaynaklardan (Doğu ve Batı) yararlanarak bulunduğu coğrafya için evrensel kültüre eklemlenecek bir sentez yaratmayı denemiştir de diyebiliriz belki. Sonuçta söz konusu olan yine şiirdir elbette. Kitapta yer alan “Hüznün İlk Sözleri” başlıklı şiirden kısa bir betik: Özellikle kısa bir betik diyorum, çünkü Ahmet Oktay şiirinde genellikle betik, dize, kısa bölüm bulmak pek kolay değildir.
"-Bir yol
niye üç türlü gidilir:
öne, arkaya, yana?-
diye soruyordu çocuk
aynada
kendi suretimizi de
yitirdiğimiz
siyah günlerde."
FARKLI BİÇİM VE BİÇEMLER...
Şairin "Bir Sanrı İçin Gece Müziği’nde (1993) farklı bir biçim ve buna koşut bir biçem denediği görülür. Diğer sanat dallarından da yararlanarak oluşturulmuş bir yapıttır bu. Ahmet Oktay bu yapıtında görsel sanat ürünlerini kullanarak şiirsel ifadeyi arttırmayı amaçlar. Metinlere çeşitli resim, fotoğraf ve benzeri görseller eşlik eder. Böylece şiirin iletmek istediği mesajın güçlendirilmesi, anlamın genişletilmesi hedeflenir. Bu kitap daha sonra yayımlanan toplu şiirlerinin dışında tutulmuştur.
1995 yılında yayımlanan "Toplu Şiirleri”nden bir yıl sonra arka arkaya, aynı yıl içinde üç kitabı birden yayımlanır: "Gözüm Seğirdi Vakitten" (1996)
"Söz Acıda Sınandı” (1996) ve "Az Kaldı Kışa" (1996). Bu üç kitabın dikkat çekici özelliği şairin bu defa "zaman"ı, "mekân"ı ve "üslup" u sorunsallaştırmış olmasıdır… “Gözüm Seğirdi Vakitten”de tema olarak zaman sorunu işlenir. İşte kısa bir betik:
"Tren tünele girerken öptüm seni;
yeni ölüm haberleri almıştık,
ama çoktan pıhtılaşmıştı kalbimizdeki yara."
“Söz Acıda Sınandı” şairin düzyazı şiirlere yer verdiği yapıtıdır. Aslında seksenlerden itibaren göz kırptığı bir biçimdir şiirin metin örgüsüyle sunumu. Bu kitapta biçim de şiirlerin sorunsalına uygun olarak mekâna dönüştürülmüştür. Bu düzyazı şiirlerde Oktay, popüler kültürün egemen olduğu mekânlardan, günlük hayattan kesitler sunar. Tüketim kültürünün eleştirisine yönelir. Kalabalıklar içinde, mekânlarda gezer ve gözlemlerini aktarır: Walter Benjamin’in kavramıyla bir tür “Flâneur” olmuştur: Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” adlı yapıtındaki metinleri çağrıştırır.
"Araba, Mercedes 200, kaldırıma çıkarak park etti: indiler: üç kişiydiler. Herkese benzeyen, kötülüğe ve iyiliğe aday bir delikanlı: jöleli saçlar, blue jean, Arabanın anahtarını masaya attı: -Hastir lan coğrafyaya ve tarihe dedi."
AHMET OKTAY'DA TEMATİK BÜTÜNLÜK
"Az Kaldı Kışa" Ahmet Oktay’ın aynı yıl içinde yayımlanan bir başka kitabı. Ahmet Oktay’ın bu defa tema olarak "üslup"u sorunsallaştırdığını görürüz. Üslubun tema olarak seçilmesinde "üslubu beyan aynıyla insan" sözünün de etkisi olduğu düşünülebilir belki. Üslup bu yapıtta öznenin yerine geçmiş gibidir, bu istenmiştir. Şair modern Türkçe şiirin geride bıraktığı bir biçime, hece ölçüsüne döner ve onu yeniden üretir.
"Tarihi kavrıyoruz görüntüyü aştıkça
Yolu aydınlatıyor imlerin kördüğümü
Anladım: Geçmişi Nurhak’a bağlıyor baktıkça
Daumier’nin hep kalbimi acıtan gravürü"
Kalbi ve vicdanı olan herkes gibi Ahmet Oktay için de şiirlerinde aslında en büyük sorun kapitalizm olmuştur. Dünyaya bakış açısını oluşturan diyalektik ve maddeci tarih anlayışıyla eleştirdiği kapitalizmi, şiirinin tüm dönemlerinde en büyük sorun; insanın insanda kaç kişi olduğunu sorduracak soruya yönelten bir sorun olarak görmüştür. İşte "Kaç Kişiyiz Kendimizde" şiiri:
Pavese, Malcolm Lowry. İkizlerim.
Gece de sonsuz değil,
kötülük de. Ben de denedim.
Lav fokurdarken, gidip geldim
delilikleri. Bin vampir besledim
şuramdaki inde. Sövdüm
ve şehvetle öptüm her Meleği;
ah! Bilemedim.
Kaç kişiyiz kendimizde
Karabasanlar yaşattım
beni sevenlere,
bir hataydım, besbelli.
İçimdeki ölümden
içimdeki ölümden
içimdeki ölümden ürettim her şeyi.
Bir anımsamalar kitabıdır "Hayalete Övgü". Deneyimin, belleğin, dolayısıyla tarihin önemine dikkat çeker. Kitap, tarihin önemini vurgulayan bir vasiyet olarak da okunabilir, ama sadece bu kadar değildir. Aynı zamanda Ahmet Oktay’ın bir Marksist olarak insan ve insanlık için en büyük bela saydığı kapitalizmden kurtuluş isteğinin ve umudunun da ifadesidir denebilir. Yazının başında yer alan "Madenci Lambası" şiirinin tamamını okuyalım:
Çalışma masamın üstünde günlerdir:
Eski bir madenci lâmbası. Yerdeydi
nerdeyse üç yıldır. Neden göz önüne
getirdim bu tuhaf gereci? Bir simge mi
aranıyordum, bir göçüğün önsezisi mi
yeşermişti içimde? Zonguldaklı şair
Lütfi Fikri, -Fikri Lütfi miydi yoksa ?-
armağan getirmişti. Adlar! -Kişi, kent, kitap
fark etmez- ; turnusol kâğıdıdır belleğin,
onlar da ihtiyarlıyor ve bunuyoruz.
Sürgün kitabımdaki üç dize için
tepilmişti onca mesafe: "Madencinin lâmbası
ve kandili Ozan'ın
aydınlatsın yolu".
Ben de bir şaire ulaşmak üzre
binmedim mi gece otobüslerine?
Çalmadım mı Şişli'de bir bodrum
katının kapısını? Göğsümde
inanılmaz bir panik.
Aydınlattı mı yolu lâmba ve kandil?
Aydınlatabilir miydi? Yarınlarda
yanıt, benim bilemeyeceğim.
Yine de tutuk dilimde
söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:
herkesin düşlerinden devşirilmiş,
ve karabasanlarından.
Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda,
bir gelinin gülümseyişi.
Bir madenci lâmbası işte. Sayılar ve tuhaf
harfler üzerinde: 19 ve C 249 D. Bir alt
satırda 24 yazıyor. Gizemli aidiyetler: Kuyu,
ekip, madenci ve lâmba. Kişinin silindiği
yerler .Kuyudan kuyuya dolaşıyorum
en olmaz vakitlerde. Vuruyorum korkuyla
damarlara kazmayı ve kalıyorum
geçmişin göçüklerinin de altında.
Bir lâmba. Nedir onu Keats'in
“Yunan Vazosu”ndan ayıran? Sır
nerde, ölümsüzlük nerde? “Güzellik
gerçek, gerçek de güzelliktir” demişti Keats.
Günlerdir dinliyorum, dokunuyorum
metalin soğuk gövdesine ve konuşsun diye
bekliyorum benimle
yoksulluğun kalbi.
Bilmem sordu mu bunları kendine
boğazı düğümlenmiş ve alnı siyah
Zonguldaklı kardeşim;
bekledi mi gerçeğin ve güzelin yanıtını
taşların ve köklerin içinden?
"Gölgeleri Kullanmak"la başlayan yayımlanmış şiir yapıtları zincirinin son halkası "Lirikler" (2007) olur…
"Lirikler" şairin, doksanlardan sonra şiirini yasladığı konuşma diliyle ürettiği şiirlerden oluşur. Günlük yaşantının içinden anların, durumların tema olarak seçildiği şiirlerle bir duygu aktarımı, duyarlılık tepkisi sağlanmak istenir. "Yapı" başlıklı şiirinde dile getirildiği gibi:
"Beş metre önümdeki yapıya bakıyorum
kaç TNT‟lik bir imgelemi vardı acaba
şirket mimarlarının. Berhava edildi
kokular, renkler."
Poetik bir model kurmaya ve onu uygulamaya yönelik çabasıyla şiir için, şiir tarihi için önemli bir şairdir Ahmet Oktay. Şairin itirazını, şiirin itirazı olarak yazmış, Türkçe şiirin bu önemli şairini saygıyla anıyoruz…
YENİ ÇIKANLAR
Geçen hafta postacı kapımı iki kere çaldı, diyecektim, vazgeçtim; demiyorum. Çünkü artık kapıları postacı değil, kuryeler(!) çalıyor…
İki değerli yayınevinden gönderileri aldım. Paketin birinde Yasak Meyve yayınlarından 2017’de çıkan şiir kitapları vardı…
Diğer paket de Noktörn yayınlarına aitti. İçinden yayınevinin, başta şiir olmak üzere, yayımladığı kitaplar çıktı.
Şiir okurları ve şiir dostları için yeni kitaplarla birlikte bu kitaplara da her hafta değinmeye çalışacağım.
KISA... KISA...
Varlık dergisi mart 2017
Varlık dergisinin Mart 2017 tarihli sayısı yayımlandı. Derginin bu sayısında şiirleriyle Enver Ercan, Salih Bolat, Ersun Çıplak, Şeref Bilsel, Celâl Soycan yer alıyor.