Ahmet Tulgar: Türkiye'den Türkçe'ye sığınmış biriyim ben

Ahmet Tulgar’la son öykü kitabı “Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı” vesilesiyle buluştuk. Önceki son iki kitabı “Duygusal Anatomi” ve “Trajik Nüans” ile aynı izlekte buluşan kitabını anlatan Tulgar’la, edebiyat ve siyaset gündemine dair konuştuk.

Abone ol

DUVAR - Gazeteci - yazar Ahmet Tulgar’ın son öykü kitabı “Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı”, Can Yayınları’ndan çıktı. Tulgar’ın 2016 ve 2017 yılları arasında yazdığı öyküleri bir araya getirdiği kitabında bir de karşımıza ilk kez İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Linç Öyküleri- Vur Ulan Vur” antolojisinde çıkan “Linç Edilecek Genç Bir Adamın Hayatından Fragmanlar” öyküsü yer alıyor. “Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı”yı, geçtiğimiz yıllarda yine Can Yayınları’ndan çıkan “Duygusal Anatomi” ve “Trajik Nüans”la bir üçleme olması hedefiyle yayımladığını belirten Ahmet Tulgar, bu üç kitabın izleklerinin de ortaklığına dikkat çekiyor.

Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı,Ahmet Tulgar,120 sayfa,Can Öykü Yayınları,2018

Kitapta, Tulgar’ın Türkiye, Yugoslavya, Lübnan gibi yaralı coğrafyalarda dolaşarak anlattığı insan öyküleri, canı yananlara odaklanırken toplumsal gerçekleri de bir araştırmacı titizliğinde inceliyor. Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı'nın kahramanları ise eşcinseller, çocuklar, çocuklarını yitirenler, dayak yiyenler, sürülenler, gazeteciler... Ahmet Tulgar, gerçekleri dilinin lezzetiyle yutulabilecek kıvama getirirken bakışını gerçekçilikten hiç uzaklaştırmayan Tulgar, elini romantizme alıştırmıyor.

Ahmet Tulgar ile son öykü kitabı için bir araya geldik, edebiyatın ve siyasetin gündemini konuştuk.

Bu kitap, 2015’ten bu yana yazılan öykülerinizi bir araya getiriyor. Geride kalan üç yıl sizin için nasıl geçti?

Sadece benim için değil, tüm Türkiye için çok zor bir dönem oldu. Hele 2013’le 2018 arası, herhalde her ülkenin hayatında kolay kolay yaşanabilecek bir süreç değil. 2013’ü düşünüyorum, müthiş bir umut vardı toplumda. Daha sonra 2014, seçimler, sokağın hareketlenmesi, forumlar derken, daha doğrudan demokrasiye, daha adem-i merkeziyetçi bir sisteme geçilecekmiş gibi görünüyordu. 7 Haziran seçimleri sadece Kürtlerin değil, bütün solun çok büyük bir zaferiydi bence. Sonra birden her şey tepetaklak oldu. 7 Haziran’dan sonra neredeyse Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyoruz. Bu tabi herkes gibi beni de çok etkiliyor. Bu dönemde edebiyat benim için sadece ve sadece yaptığım, hayatta en sevdiğim iş, varoluş sebebim olmanın dışında, neredeyse bir şifa olmaya başladı. Oraya sığındım. Hatta “Duygusal Anatomi” nin girişinde “Türkiye’den Türkçe’ye sığınmış biriyim ben” yazmıştım. Hep bunu söylüyorum. Böyle ayakta kaldığımı düşünüyorum. Yazdıkça, yeni bir şeyler ortaya koydukça korkum, üzüntüm daha azalıyor. Var olabiliyorum hâlâ.

“Birbirimize” kitabınız çok tartışma çıkartmıştı. Sonrasında kendinizi hiç otosansür uygularken yakaladınız mı?

Benim otosansür mekanizmam yok. Ben kalemi elime aldığımda ya da tuşlara basmaya başladığımda kendime ve okura karşı mutlak bir samimiyet içindeyim. Ben kendim olmak için yazıyorum. Ayrıca Türkiye’de tek iktidar eleştirmenler değil, bir sürü iktidar var. Siyasi iktidar var, pazarın iktidarı var, piyasanın iktidarı var, siyasi örgütlerin iktidarı var. Ben siyasi örgütlerle ilgili yazarken her zaman bireyi gözeterek yazıyorum ki bu hiçbir zaman siyasi örgütlerin hoşuna giden bir şey değil. Zaten otosansürün sınırı yok. O zaman her yerde uygulamaya başlarım, o da benim edebiyatıma zarar verir. Ben kalıcı olması için yazıyorum. O yüzden de kendim olmalıyım. Zaten diyebilirim ki edebiyatta benim için hem ahlaki olarak hem edebi olarak birincil kriter, yazarın kendisi olması ve özgünlüğünü koruması.

Mojca ve Drago öykünüzde Tito Yugoslavyası’nda herkesin birbirine dokunduğunu anlattığınız kısmında “Halklar sevişiyor” cümlesinin altını çizmişim. Biz birbirimize böyle dokunmayı bilmediğimiz için mi yaşanıyor bunca acı?

Tito Yugoslavyası’nda bütün o halklar bir araya geldiğinde sosyalizmin de idealleriyle birlikte birbirlerini tanımak, bir arada bir hayat kurmak zorunda hissettiler kendilerini. Buna gönüllüydüler de. Türkiye’de bu, birçok sebepten ötürü olmadı. En önemlisi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bütün farklı halkların ötekileştirilmesi, yok sayılması ve bütün o yaşanan soykırımlar, katliamların unutturulmaya zorlanması... İnsanlar dokunmuyorlardı birbirlerine, dokunurlarsa da tanımak için dokunmuyorlardı. Yanlışlıkla ya da Türk olduklarını ya da azınlıkları misafir sandıkları için uzak bir misafirle nasıl eğreti el sıkışılırsa öyle dokunuyorlardı. Dediğiniz doğru, bugün o yüzden yaşanıyor birçok acı. Tabii Yugoslavya’nın dağılmış olması, bütün o savaş çok üzücü. Bugün izleri yok mu, var. Üsküp’te Makedonlarla Arnavutlar birçok yerde bir arada yaşıyorlar. Sorunlar yok mu, var. Ama din, dil, şu, bu ayrımına rağmen aynı kentte birbirleriyle gayet iyi iletişim içinde, özel bir sınır olmadan yaşıyorlar. Psikolojik bir ayrım bile yok, bırakın hukuki ayrımı.

'CHP BİR HİKAYE KAHRAMANI OLAMAZ'

Peki, sizce bizim bugün ülke olarak içinde bulunduğumuz psikolojik durum tanksız tüfeksiz bir iç savaş sayılır mı?

Tabii, tabii. Bir sonraki aşama boğazlama. Bunun olmamasının nedeni ne diye düşündüğümde tek bir karşılık buluyorum. Türkiye’de sağ iktidarlar, o kadar bariz ve pervasızca iç savaş koşullarını hazırladı ki sol ve HDP tarzı oluşumlar, doğal olarak, bütün o cılızlığına rağmen barış muhafızlarına dönüştüler. Bugün belki çok eleştiriliyor sol ya da HDP ama ben gelecekte tarihin hakkını vereceğini düşünüyorum. Çünkü iç savaş sahiden öyle herhangi bir savaş gibi bir şey değil. Müthiş bir utanç. Mesela Türkiye, Ermeni meselesinde belki böyle yaygın bir toplumsal utanç yaşamıyor ama Almanya’da ben umursamam Yahudi soykırımını filan diye ortada dolaşan Nazi bile alttan alta o utançtan pay almıştır. Hele ki daha insani değerlerle yetişmiş kuşaklar, toplumlar savaş döneminin muhalefette yer almış kuşağı, entelektüelleri o kadar büyük bir utançla baş etmek zorunda kalıyorlar ki... Bu iç savaş yaşamış toplumların utancı, bir meşruiyet de bulamamaktan kaynaklanıyor. Neden yaptın bunu, dediğimde son derece insanlık dışı, sadece biyolojik sebepler gösterebiliyorlar.

Tarihin gelecekte HDP’nin hakkını vereceğini düşündüğünüzü söylediniz. Biz bu dönemin sonunda ana muhalefet partisi olarak CHP’yi nasıl hatırlayacağız?

CHP artık o kadar düşmüş bir parti ki mesela Türkiye’deki bütün siyasi partilerle ilgili bir hikaye yazabilirim, CHP’yi hiçbir hikayeme yakıştıramam. Yani bir hikaye kahramanı olamaz artık CHP. Çünkü, kendine karşı da ahlaksız davranabilmiş bir yönetim var. Çok vahim. Bence CHP parti olarak gelecekte sosyolojinin konusu olur ama şu anki genel başkan psikolojinin konusudur. İktidarın en büyük şansı belki. Bence bugün Türkiye bir koalisyon tarafından yönetiliyor ve MHP, bu koalisyonun küçük ortağı. CHP, AKP’nin MHP’den daha büyük bir iktidar ortağı. Bakmayın arada sırada Enis Berberoğlu gibi iş kazaları oluyor. Hele ki HDP’nin bu şekilde enterne ediliyor olması, CHP’nin tam istediği şey. Benim zaten siyasetten, özellikle parlamenter siyasetten çok ümit kestiğim bir dönem. Hiçbir partiden bir şey beklemiyorum şu an.

Peki, Demirtaş tutuklanmamış olsaydı?

Toplumun dönem dönem birisiyle bünyesi uyuşur. Demirtaş öyle birisiydi. Thomas Mann’ın Lotte in Weimar diye bir romanı vardır. O romanda anlatılır: Çinli köylerinde parlak, zeki yetenekli insan olduğu zaman bu uğursuzluk sebebi olarak görülüyor ve o kişi köyden uzaklaştırılır. Aslında bu maalesef Türkiye solunda da Kürt hareketinde de olan bir şey. Böyle parlak, hem siyasi olarak doğru bir yerde durup hem kendisi olabilen, geniş kesimlerin lider ya da rol model olarak gördüğü insanlara tahammül yok. Ben hiçbir şekilde Demirtaş’ın aday yapılmamasını, kendisi de söylese, doğru bir karar olarak görmüyorum. Ayrıca kendisinin tek başına aldığı bir karar olduğunu da düşünmüyorum. Çok büyük bir hata yapıldı. Benim zaten Türkiye’de artık seçimlerden de bir ümidim yok. Hayatımda siyasetle felsefi, ahlaki, edebi açıdan yine her zamanki gibi çok ilgilendiğim ama pratik siyasete karşı en soğuk olduğum dönem. Ben aslında hep örgüt denilen partilerden uzak durdum. Çünkü benim edebiyatımda da çok görüldüğü gibi, her partinin ve siyasi örgütün aslında birey düşmanı olduğuna inanıyorum. Hiçbir zaman örgütleri vefalı ve bireye saygılı bulmam. İnsanları geliştirdiğine de inanmam. Beni gündelik hayat daha çok ilgilendiriyor. Haberleri okusanız şuralarda insanların birbirini boğazlıyor olması lazım. Ama gündelik hayat hep barıştırıyor insanları. Burası 20 milyonluk bir şehir neredeyse. Şiddet var mı, var. Gerilim var mı, var. Ama bir de kocaman bir gündelik hayat var ve bu insanları bir arada durmaya zorluyor.

'ÖDÜLLER EDEBİYATA DEĞİL DAYANIŞMAYA VERİLİYOR'

Mesela eşcinseller önceki yıllara göre giderek daha görünür oluyorlar. Bir zamanların hakareti artık bir kimlik olarak kabul edilebilmeye başladı. Bunu da bize gündelik hayat mı kazandırdı?

Tabii. Gündelik hayatın yanı sıra dünya Marshall Mcluhan’ın o iletişim teorilerinde söylediği gibi, aslında evrensel bir köy oldu dünya. İletişim araçları, seyahatin kolaylaşması doğal olarak da Batı demokrasilerinde edinilen haklar ve bu haklar üzerinden açılan sosyolojik kanallar, demokrasileri daha sorunlu ülkelere de yansıyor. Bence oradan kaynaklanan bir şey. Bir de genel olarak bu tersine bir etki yaptı. Sosyalizmin ya da emek-sermaye çelişkisinin geri plana düşmesi, tek kutuplu dünyayla birlikte sosyalizmin ve Marksizm’in bir kriz içine girmesi, kimlikleri öne çıkarttı. İnsanlar sınıfsal kimlikleriyle değil, etnik ve dini kimlikleriyle ortaya çıkıyorlar. Tuzla’da tersanelerde çalışan işçiler kendilerinin ölümüne sebep olan patronlarla değil, birbirleriyle kavga ediyorlar, Türk-Kürt kavgasına giriyorlar. Bu olumsuz şey, insanların kimliklerini de ortaya çıkartıyor. Kimlik siyasetiyle emek siyaseti ve sınıf siyaseti bir araya gelebilirse, bu genel olarak bütün dünyayı kurtaracak bir şey ama zaten dünya da böyle bir kurtuluşa mahkum.

Böyle bir dönemde edebiyatın da çok önemli bir görevi olduğunu düşünüyorum. Bir kere anlattığı her şeyde yazar, hayatın aslında ne kadar biricik ve ne kadar muhteşem bir şey olduğunu hissettirmeli. İyiliğin varlığını muhafaza etmeli. Kapsül gibi içinde taşımalı edebiyat. Maalesef Türkçe edebiyatta da çok var olan bir şey bu: Asla konformist olmamalı. Türkçe edebiyatın bugün büyük bir kesimi Türkiye’de değilmiş gibi yazıyorlar. Türkiye’deymiş gibi yazanların da büyük bir çoğunluğu bu sefer, müthiş bir mağduriyet yazıyorlar. O da bana çok fazla Batı’nın istediği şeyleri yazmak gibi geliyor. Orada da biraz piyasayı gözeten bir şey görüyorum.

Kitapta Pierre İbrahim karakteriniz “Ben de yazarak iç savaşa odun taşıyordum” diyor ya, bizim yaptığımız şey de bu mu?

Onu da yapıyoruz. Onun ötesinde bir de Batı medyası çok teşnedir böyle şeylere, diyor. Aslında Batı entelijansiyası da böyle. Bugün sürgündeki edebiyatçılar, konferans konferans dolaşanlar sanıyorlar ki bu böyle devam edecek. Aslında özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi, Nazi yönetiminden kaçan Alman entelektüelleri biraz yakından okusalar ya da Kundera’yı okusalar bunun aslında çok geçici bir şey olduğunu anlayacaklar. Batı entelijansiyası çok çabuk yorulur ve sıkılır böyle şeylerden. Bir süre sonra hiç böyle şeylerle ilgilenilmeyecek. O yüzden de özellikle Batı kamuoyuna seslenen edebiyatçılar; siz oradan Türkiye’yi değiştiremezsiniz. Yapacağınız en fazla burada mağdur olan insanların Batı kamuoyunda var olmasını sağlamak. Batı’nın kültürel kurumları dayanışmaya dönemsel olarak katılıyor. Türkçe edebiyat evet, güçlü bir edebiyat geleneği ama birden bire bu kadar çok ödül yağıyor olmasının bir sebebi olmalı. Bunlar dayanışma ödülleri. Batı egzotik bir şey olarak bakıyor Türkçe edebiyata. Önemli bulduğum bir mesele de şu: Yarın bir gün bundan vazgeçecekler. Şu anda bunlar genelde edebiyata değil, dayanışmaya verilen ödüller. İşte sana vermediler onun için böyle konuşuyorsun diyebilirler, bana zaten vermezler çünkü benim edebi gelenek olarak esas bağlandığım gelenek, aslında Alman edebiyatı. Çok küçük yaşta Almanca edebiyat okumaya başladım ve tüm hayatım boyunca en çok Almanca edebiyatı sevdim. Bu dilime de yansıyordu ama tabii ki dünyaya da edebiyata bakışıma da yansıyor. Ben kendi edebiyatımı Batı edebiyatının, Orta Avrupa edebiyatının bir parçası olarak görüyorum. O anlamda onların bir egzotik unsur olarak gözlerine çarpacak biri değilim. Ben bir Türk-Kürt hikâyesi yazdığım zaman da bunu Batı edebiyatıyla büyümüş bir insanın bakış açısıyla yazıyorum. Başka türlüsünü yapamam zaten.