Onun kadar “Barış” diyen azdır. Kürtler arasında bile. Onun “Barışçı” ya da “Güvercin” olarak adlandırılması ama söylediklerini anlama arzusundan çok, Kürt siyaset sahnesindeki figürleri devletin temel Kürt politikasına göre şekillendirme arzusundan neşet eder. Güvercinle şahini ayırıyor gibi yapan göz, ne 1980 darbesinden sonra, ne 1990 karanlığında, ne 2000’lerin demokrasi vitrinli ayak değiştirme olimpiyatında ne de 2010’ların iki yüzlü kutuplaşma günlerinde Kürtlere ayrılan şiddetten onun payına güvercin buğdayını ayırdı.
ARA KUŞAKTAN BİR İSİM
Ahmet Türk, Kürt siyasetinin ara kuşağındandı:
1950’lerin sonunda siyasal alana yönelen, çoğu Kürtlerin üst sınıflarından gelme romantik söyleşimcilerle 1984 sonrası PKK’nin silahlı hareketi eşliğinde gelişen savaşçı müzakerecilerin ara kuşağı. Şerafettin Elçi, Tarık Ziya Ekinci, Abdülmelik Fırat gibi bir üst yaş grubundaki söyleşimciler için geçerli olan “Konuşulabilecek son kuşak” olma özelliği, “güvercin” tanımına uygunluğundan değil, yetiştiği dönemin umut bağlanan yegane siyasal dilini işitmiş ve konuşmuş oluşundandır. Diyarbakır 5” No’lu cezaevinde kesilmek istenen dil.
Fakat Ahmet Türk, o cezaevinde kendi bildiği uzlaşımcı (parlamenter) dile de yeni kuşağın devrimci olarak başlayıp müzakereci olarak süren mücadeleci diline de aynı kerpetenin uzatıldığını gördü. Kuşağındaki insanlardan çoğunun fark etmediği bir şeyi fark etmişti: DTP genel başkanı iken söylediği “PKK tabanı ile bizim tabanımız aynı” sözü Kürtler için bir sır değildi, ama devlet tarafının ne anlamak ne de dinlemek istediği bir önemli spontan sosyolojik gözlemdi.
AHMET ABÊ ve PROTOKOL İNSANI
Ara kuşaktan oluş onu Kürt hareketinin “heval” parolalı yoldaşlık dilinin “Ahmet Abê”si yaparken, devlet tarafının yumuşama gösterileri ya da görüşme oyununa girdiği dönemlerin protokol figürü haline getirdi. Devlet Bahçeli bile el sıkışmak için onu seçerken “konuşulabilir kişi”lerden olduğunu ilan ediyordu. 2013 başında şaşırtıcı hızla başlatılıp yürütülen “çözüm süreci”nin ilk “İmralı Heyeti”nde oluşu da bu yüzdendi. Türk illerinde sokak serserilerinin ya da polislerin yumruklarının hedefi oluşuysa, aslında Kürt düşmanı ideolojinin toplumun damarlarında yayılırken Ahmet Türk’ü en Kürt figür olarak ayırt etmesinin hikmetiydi. İster şahin olsun, ister güvencin, ortalama payı şiddetti.
Dilinden en çok duyulan kelime ne Türk ne de Kürt’tür Ahmet Türk’ün, fakat “barış”tır. “Barış” demesi yumuşama ya da çözüm süreçlerinde övülen bir hasletken, devletin temel kodlarıyla hareket ettiği anlarda “terör” olarak çözülüyordu devlet dekodırlarında. Şu günlerde olduğu gibi.
NE DEMEK BU BARIŞ?
Barış. Ahmet Türk niye o kadar çok barış diyor? Kürtler niye o kadar çok barış diyor. Sahi, Kürtler “Barış” derken aslında ne diyor?
Elbette, kimse ölmesin diyor. “Barış” varsa elbette birileri birilerini öldürmez. Birbirini öldürmez. Ölümden kötü ne var? Fakat barışın sadece birilerinin öldürülmemesi olduğunu söylemek, birlikte yaşama koşullarını hiç düşünmemekle mümkün olabilir. Birlikte yaşayanların barışı, sadece birbirini öldürmemeleri demek değildir; yabancılar da birbirini öldürmez. Birlikte seyahat edebilir. Vakit geçirebilir. Birbirilerini öldürmemeleri, aralarında çatışma ya da savaş olmaması, barış içinde bir arada yaşadıkları anlamına gelmez.
İmmanuel Kant’ın, “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme”sindeki ünlü sözü bunu anlatır: “İçinde gizlenmiş yeni bir harp vesilesi bulunan hiç bir anlaşma, bir barış anlaşması sayılamaz…” Gerçi Kant bunu “devletler arası” ilişkiler çerçevesinde söylüyor ise de “devletlerin bir arada edebi barış içinde” yaşaması için geçerli olan koşulların, bireyler ve toplumlar için de geçerli olabileceğini düşünmeye bir engel yok.
Birlikte yaşama, eşitlik, özgürlük, adalet gibi alanlarda belirli nitelikler gerektirir. Bir köle, bir efendiyle birlikte yaşar, sadece birbirini öldürmüyorlar diye aralarında barış olduğunu söylemek, barış içinde yaşadıklarını söylemek iki statünün de kalıcı olmasını savunmak ve bu statünün gelecekte yol açacağı çatışmaları önemsememek demektir. Bugünkü çatışmalar nasıl eski barış görünümlü statükonun sonucuysa, gelecekteki çatışmalar da bugünkü statükoda gizlidir ve bu “barış” değildir.
BARIŞ YETMEZ, ONUR DA VAR!
Kürt siyasetçiler ve az sayıdaki Kürt olmayan dostları genellikle “Barış” lafını tek başına kullanmaz, daima bir nitelikle beraber anar: Onur. “Onurlu bir barış.” Köle ile efendinin birbirini öldürmemesine barış desek bile bunun onurlu bir barış olduğunu söylemek, onur konusunda hem kölenin efendiyle aynı fikirde olması hem de bizim bu fikri paylaşmamızla mümkün olur.
“Adil barış” var bir de, AK Parti kurucularından Abdullah Gül dile getirirdi, özellikle Filistin meselesinde. “Kalıcı ve adil bir barış.” Bosna Müslümanlarının lideri Aliya İzzetbegoviç “adil olmayan bir barış”a zorlandığını ilan ederek imzaladığı anlaşmanın gelecek için pek de umut verici olmadığını açık açık dile getirmişti. Bugünlerde sadece Ortadoğu’yu konuşuyoruz ya bütün Balkanlar gelecek açısından diken üstündeyse “adil” olmayan barışlar yüzündendir.
Adalet, her şeyi yerli yerine koyma, ölçüsüyle yerleştirme anlamıyla hem bir teşkilatı, mekanizmayı gerektirir hem de aynı mekanizmanın yol açabileceği sorunları çözmek için ek tutumlara ihtiyaç duyar. Peşin adalet yoktur. Hazır adalet yoktur.
“Onur”lu bir barış, adil bir barışın gerektirdiği mekanizmaları ve ölçülerin varlığını hem de bu mekanizma ve ölçülerin sorunlara yol açtığı noktalardaki ek tutumları gerektirir: Eşitlik olmadan adalet olabilir, özgürlük olmadan da bir ölçüye kadar adalet mümkündür, kardeşlik de adalet için şart değildir. İşte Kürt siyasetçi ve aydınlarla dostlarının sözünü ettiği “onurlu” barış, adaletin yanı sıra eşitlik ve özgürlük talebini de içerir. Kürt’ün talebi budur.
“Kürtler daha ne istiyor” sorusuna Murat Sevinç hocanın tatlı ve haklı siniriyle verdiği “Elinin körünü istiyor” cevabını biraz açmak gerekir. Çok uzadı. Yarına kalsın o da…
Yarın: Bir Kürt ne ister?