Çocuktum. Yazlığımız vardı, Silivri'de. Bakırköy'de doğup büyüdüm. Ancak, mahalle kültürünü en derinden yaşadığım yer yazlığımızdı. Girişinden denize kadar aşağı inen upuzun bir caddenin sağı solu tekli, çiftli, bahçeli evlerden oluşuyordu. Beş yaşındaydım. Bizim eve en yakın oturan arkadaşım Sevan'dı. Kontra pedal bisikleti vardı, ablasınındı galiba. Emin olamadım, ama ilk kontra pedal bisiklet tecrübemin onların bisikletiyle olduğundan eminim.
Sevan'ın Gameboy'u da vardı. Bugünün çocuklarına nasıl, "Ellerinden düşmüyor şu tablet yahu" diye yakınıyorsak, bizim elimizden de Gameboy düşmüyordu. Bir tur o, bir tur ben oynuyordum. 'Can'ını kaybeden sırasını kaybediyordu. Eliz Teyze, kızardı: "Küçücük ekrana bakmaktan gözleriniz bozulacak, hadi biraz denize gidin, top oynayın, Gameboy'a mola verin…" Can biter, oyun biter, Gameboy çekmeceye girer, futbol topu dışarı çıkardı. Bahçe kapıları birer kale olur, penaltı çekişirdik. Sonra muhtemelen gürültü çıkardığımız için komşulardan azar yer, Ceren'lerin evinin önüne gider, Cem gelip takımı dörtleyene kadar üçümüz aylık oynardık.
Eve dönecekken, Ceren'lerin evinin yakınındaki arsaya babalarımızın birlikte geldiğini görünce, anlardık ki babalar arası maç var. Büyük eğlence. Laz eniştem hakem olur, babam liberoya, Kürt eniştem rakip savunmaya, Sevan'ın babası Agop Amca kaleye geçerdi. "Ahparig pas at…" diye seslenirdi babam. Akşam iskambil oynarken de aynı şekilde seslenirdi. Agop, 5-6 yaşındaki aklım için yeteri kadar enteresan bir isimdi, ahparig de ne demekti? Herhalde ikinci adı ya da adının uzun haliydi. Devre arası olur, biz toprağa çıkar babalarımıza kendimizi göstermeye çalışırdık Sevan'la. Birkaç penaltı da Agop Amca'ya atar, yerimize geçerdik. Maç sonu, yemekten önce hep beraber denize gidilirdi. Yazlık yerin de en keyifli şeyi maç yaptıktan sonra denize girmektir!
Günler uzun… Babalar maçının ardından inilen kumsalda gençler saatin farkında olmadığından olsa gerek akşam yemeği saatinden sonra 9'da bile ikili takımlar halinde voleybol oynamaya devam ederdi. Ağabeyim yeni bitmiş yarı final maçında aldığı zaferi kutlarcasına kenarda oturmuş keyifle önündeki maçı izlerdi. İkizler Rudi ve Raffi bir takımda, karşılarında da Burcu ile Esra bir takım… Kıran kırana oynanan 'beach volley' maçının hakemi yaş haddinden ve gençlerin adaletine güvenmesinden ötürü Serop Amca'ydı. Kulağa şurup gibi tınlıyordu. Anneme sormuştum, "Bu nasıl bir isim?" diye çocuk aklımca… "Nüfus kağıdında Selim yazıyormuş aslında ama biz Serop diyoruz. Kağıtta öyle yazması gerekiyormuş. Sen Serop Amca demeye devam et evladım…" diye açıklamıştı durumu. Garipti, sorgulamadım… Lakap kültürü yaygındı o zaman, öyle herhalde diye düşündüm.
Büyüdüm. Yazlığı sattık. Sevan'la iletişimim, 20 sene sonra Gezi Parkı eylemleri sırasında karşılaşmak üzere, ister istemez kesildi. Orta okulda sınıf arkadaşım Alen vardı. Çok iyi masa tenisi oynardı. Arad vardı, uzun süre sıra arkadaşlığı yaptık. İyi futbol oynamazdı, ama sorun değildi. Bir keresinde rulet hareketiyle çalım atayım derken, dirseğimle burnunu kırmıştım istemeden. Sonrasında futbola veda etti Arad, zaten pek de niyeti yoktu devam etmeye, su topçuydu o. Lisede bir başka Sevan'la tanıştım. O günlerin en iyi sağ beki Cafu'ydu. Sevan, net iki Cafu ederdi. Hele ki, taç kuralının olmadığı halı saha maçlarında kenardaki duvarla ver kaç yapıp attığı bir gol vardı ki hâlâ aklımdan çıkmaz. Böylesine yetenekliydi.
Çocukluğumda, okulumda, mahallemde, halı sahada hep bir Ermeni vardı yanımda, hayatımda. Televizyon karşısına geçip maç izlediğimde bir eksiklik fark ediyordum. Sahada hep Hakan, Kemalettin, Tarık, Mehmet, Gökhan, Metin vardı… Voleybolda, masa tenisinde, basketbolda da… Neredeydi Sevan, Rudi, Arad, Alen? O kadar yetenekli çocukluk arkadaşlarım vardı, hiç mi biri ya da bir başkası profesyonel sporcu olamazdı?
Sonra öğrendim ki, bir Garo varmış Sarıyer'de oynamış, bir dönem kaleci Aleksan'la Şişli Spor'da oynamışlar sonrasında. Ama gariptir ki 80'lerden sonra yeşil sahalarda bu isimlere rastlamak mümkün değildi. Bir kaç oyuncu alt liglerde, Taksim Spor'da vardı ve belki hâlâ da vardır adı Hrant olan, nüfus kağıdına Fırat yazdırmak zorunda olan. Sonra Aras Özbiliz geldi Beşiktaş'a. Bakırköy'lüydü, benim gibi, çocukluğumdaki arkadaşlarım gibi… Ajax'ta oynamıştı. Belli ki yetenekliydi. Beşiktaş'a transfer oldu. Umutlandım, bir şeylerin değişebileceğini düşündüm. Geldiği ilk gün maruz kaldığı ırkçılığı şaşkınlıkla takip ettim. Özellikle de tribün lideri Alen olan bir takımın taraftarlarından (yapmayanları tenzih ederek) bunu beklemiyordum. Çok fazla forma şansı bulamadı, bir süre başka takıma kiralandı, son dönemde de takımdan ayrılması gündemde. Aras, her şeye rağmen cesaret edip sadece futbol oynamak için Türkiye'ye geldi. Kulüp kanalından başka fazla kimseye ve kimseyle konuşmadı. Belki de çocukluğumun maç arkadaşları da tüm yeteneğine karşın kendilerine rahat futbol oynatmayacağı apaçık belli olan bu ülkede profesyonel olma konusunda kendilerini bir adım geri çekti, daha gizli bir şekilde hayatlarına devam ettiler. Belki de endişeleri Taksim Spor'lu Hrant Dink gibi faili meçhul bir cinayete kurban gitmekti…