Ai Weiwei son on yılın en ilginç sanatçısı. Dünya sanat medyası
on yılı aşkın bir süredir onun birbirinden ilginç işlerini yakından
takip ediyor. Bu işler bazen dev mimarlık eserleri, bazen şaşırtıcı
videolar ve fotoğraflar, filmler, porselen ya da ahşap heykeller,
enstalasyonlar bazen de politik karşı çıkışlar ve eylemler. Ülkesi
Çin’de dev vergi cezalarıyla, ev hapsiyle, gözaltıyla, stüdyosunun
yerle bir edilmesiyle ve hatta bir beyin ameliyatıyla sonuçlanan
şiddetle karşılaşmış bir sanatçı. Yolsuzlukla mücadele ettiği,
düşünce özgürlüğünden yana tavrını koyduğu ve asla geri adım
atmadığı için. Karşılaştığı güçlüklerin pek çoğunda sosyal medyayı
kullanarak durumu bir kampanyaya çevirmeyi bildi; kendisini seven
binlerce insanın desteğiyle meseleleri aştı. Ama bugün ülkesinden
uzakta, Almanya’da yaşıyor. Dünyanın bütün ünlü müzelerinde aynı
anda sergiler açan, büyük işler gerçekleştiren ve sürekli kendinden
söz ettiren bir ‘süper star’ o.
Sadece ülkesi Çin’in değil tüm insanlığın sorunlarıyla ilgili.
Bu nedenle geçen yıl stüdyosunu geçici olarak bir Yunan adasına
taşıdı ve orada mülteci meselesiyle ilgili bir film çekti. Devasa
bir şişme bot ya da binlerce can yeleğinden oluşan etkileyici
enstalasyonlar gerçekleştirdi. Hükümetlerle de oyuncak firmalarıyla
da muhafazakar gruplarla da çatışmaktan asla kaçınmıyor. En son
geçen hafta, İstanbul ile eş zamanlı olarak Washington’da açılacak
bir işinden memnun olmayan muhafazakar Amerikalılar ile söz
düellosuna girmiş vaziyette.
Ai Weiwei, ruhunu Çin geleneklerinden alan bir sanatçı. Hemen
bütün işlerinde Çin geleneksel sanatlarından yararlanıyor. Günümüz
Çin’i, endüstrisi, komünist partisi ve tüm halklarıyla onun pek çok
işinin en önemli konusu. Porselen de, antika ahşap tabureler de
kağıt işleri de onun sanatında yerini buluyor. Bütün bu önemli
işlerini çağrıştıran ama en çok porselene odaklanan bir sergiyle
İstanbul’a geldi.
Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergi dün açıldı ve 28 Ocak’a kadar
sürecek. Yaklaşık 100 parça ile sanatçının ülkesi dışında açtığı en
büyük sergilerden biri bu. Sergide onun Ay Çekirdekleri, Nehir
Yengeçleri, Han Hanedanı Vazosunu Düşürmek fotoğrafı ve onun
LEGO’larla yapılmış versiyonu gibi çok ünlü bazı işleri de var. Ama
özellikle Çin’le özdeşleşen porselenle yarattığı düşünceler görmeye
değer. Gerçekten çağdaş sanat alanında son yılların en ünlü, en çok
merak edilen ve en cesur sanatçısını getirmeyi başardıkları için
Sakıp Sabancı Müzesi’ni, yöneticilerini ve tabii ki sponsorları
Akbank’ı tebrik etmek gerekiyor.
Serginin benim için diğer güzel yanı bizzat bu efsane sanatçıyla
tanışmak, söyleşi yapmak ve onunla selfie çektirenler kervanına
eklenebilmek oldu. Ai Weiwei daha önce kendisiyle tanışanların
anlattığı gibi, ağır ağır konuşan, sevecen ve mütevazı biri. Kısa
süreye sığdırdığımız söyleşide sorularımı heyecanlı bir eylemciden
çok, Çinli bir bilge gibi cevapladı.
İstanbul’da bir sergi teklifi aldığınızda ilk
reaksiyonunuz ne oldu?
Benim için ilk tepki hep biraz endişeli olur. Ben sadece birbiri
ardına sergiler düzenleyen bir sanatçı değilim, sergilerin
açıldıkları yerlere ve onu kimin düzenlediğine göre de bir anlamı
olması gerek. En başta hep biraz gergin olurum zaten ve bu kez de
öyleydim. Çünkü Türkiye, doğu toplumları içinde çok güçlü bir
kültür. İyi bilmediğim bir şeyin içine dalmak ise güzel bir fikir
değil. Ama daha sonra mülteciler hakkında bir film çekme şansım
oldu ve bunun için Türkiye’de pek çok farklı yeri İzmir’i,
İstanbul’u, Suriye sınırını ziyaret ettim. Türkiye’deki insanları
tanıma, bir miktar altyapı oluşturma olanağı buldum. Bugünü ve
geçmişi hakkında bir şeyler öğrendim, müzelerini ziyaret ettim,
porselenin kullanılışını, metal işlerini gördüm. Müze
koleksiyonunda Hindistan’dan İran’a, Mezopotamya’ya farklı
bölgelerden erken dönem işleri gördüm. Bu bana hemen eski ticareti,
kültürel alış verişi getirdi.
Dünyada Çin’den sonraki en büyük Çin porseleni
koleksiyonu olduğu söylenen Topkapı’daki koleksiyonu gördünüz
mü?
Hayır onu görmedim. İslam Eserleri Müzesi’ni gezdik.
Mültecileri anlatan filminiz Human Flow’u (İnsan Seli)
çekerken kırka yakın ülke gezdiniz. Bunlardan biri de az önce
söylediğiniz gibi Türkiye’ydi. Buradaki mülteciler için,
Türkiye’nin mülteci krizindeki siyaseti için ne
düşünüyorsunuz?
Benim için Türkiye’nin mülteci krizindeki siyaseti daha kabul
edilebilir. Çünkü buranın kültürü Suriyeli, Arap mültecilerle
alakalı, onlara yakın. Milliyetçiliğin temel millet fikri aslında
Batıdan gelir. Bütün o sınırlar, egemenlik alanları sanki doğal
sınırlar, dağlar ve nehirler gibidir, ama aslında birileri tarihi
değiştirir... Bence Türkiye ve pek çok Ortadoğu ulusu bu ‘insan
akışına, insan seli’ne karşı daha toleranslı ve esnek. Pek çok
Avrupa ülkesinde olduğu gibi hemen insanları dışarı atmaya
çalışmıyorlar. Biliyorsunuz sınır kavramı, hiçbir tarih, hafıza ya
da insani anlayışa aldırmayan ekonomik ve politik bir egemenlik
alanına dönüştü. Bu büyük düş kırıklıkları yaratabiliyor. Ama
Türkiye bu meseleleri rahatlatıyor. Elbette muazzam toplumsal
sorunlarla da karşılaşıyor…
'YAŞANANLAR ULUSLARARASI SİYASETİN BİR
ÜRÜNÜDÜR'
Peki bu mülteci meselesi bugünkü uygarlığımızın
geleceğini ya da en azından bildiğimiz dünya düzenini nasıl
etkileyecek sizce? İnsanlığı ne bekliyor?
Bence bu mülteci dalgası ve can kayıpları bizi çok temel
insanlık anlayışı ve hümanizm hakkında test ediyor. Ben bunu
mülteci krizinden çok insanlık krizi olarak adlandırmayı tercih
ediyorum. Çünkü bu küreselleşmeyle, bugünkü bölgesel sorunlarla
ilgili. Bu sorunlar coğrafi değil küresel aslında. Bugün mülteci
ölümlerinin Batı’nın ekonomik ve politik sömürgeci savaşları
nedeniyle olduğunu anlamalılar. Tıpkı Irak savaşında olduğu gibi,
Afganistan savaşında olduğu gibi, Afrika’daki Bangladeş’teki pek
çok sorunda, çevresel sorunlarda hatta ABD ve Meksika arasındaki
yeni gerilimde olduğu gibi… Yani bu yaşananlar kesinlikle şimdiki
uluslararası siyasetin bir ürünüdür ve bizim politikadan ya da her
milletin üstlendiği rolden ne anladığımızı gösterir. Ve tabii
kendimizle ilgili vizyonumuzu da. Bu çok önemli bir mesele, kendi
toplumumuz hakkında insanlık anlayışımız hakkında bir test.
Ve porselenler…
(Gülüyor) Şimdi de sanata atladık.
Evet atladık, zamanımız az ne yapalım... Porselenler bir
zamanlar zanaatkarlar tarafından yapılırdı. Onlara sanatçı
denmezdi. Ama şimdi sanatçılar porselenle uğraşıyor. Bir sanatçıyla
zenaatkear arasındaki benzerlik nedir?
Eski zamanlarda sanatçı denilen insanların tamamı üst sınıflar
tarafından istihdam edilirdi. Tabii ki gündelik kullanım için de
porselenler yapılırdı ama en güzeli, üst seviyedeki porselenler
imparatorluk sarayı için üretilirdi. Bu nedenle porseleni döneminin
üst düzey estetiği bakımından bir örnek kabul edebiliriz. Bu tür
bir iş, zamanının en üst düzeydeki zihinsel yapısını ve güzellik
anlayışını temsil eder. Ve bizim bugün çağdaş hayatta
ulaşamayacağımız düzeyde bir seviyeye ulaşır. Çünkü biz artık daha
demokratik bir çağda yaşıyoruz ve bu seviyede bir kusursuzluk ve
seçkinlik çok maliyetli. Dolayısıyla bir zamanların o porselen ya
da bronz ya da kumaş ustalığı kayboldu gitti. Ve bir daha geri
gelmeyecek, çünkü toplum değişti. Ama bugün sanatçı olarak siz de
zamanınızı tanımlayan bir örnek yaratmak için çalışıyorsunuz. Bu
aynı zamanda geçmişteki anlayışı da tanımlıyor. Çünkü unutmayın ki
yaşadığımız zaman her daim geçmiş geçmiş tarafından avlanır.
Peki kavramsal sanat, işin bu zenaatkar tarafını
özellikle ortadan kaldırmıyor mu? Sanatçının elleri aklı karşısında
her geçen gün önemini biraz daha yitiriyor gibi. Bana katılır
mısınız?
Size katılırım çünkü modern kavramsal sanat aklınızda ne
olduğuyla ilgili. Konsept bir formdur. Marcel Duschamp’tan bu güne
neler olduğuna bakarsak, kavram onun zamanında her daim sanatın
içinde sunulurdu. İnsanlar resim yapardı ve resim gayet
kavramsaldır çünkü içinde güçlü bir anlam vardır. Benim yürüdüğüm
yola bakarsak benim tarihi ele alma biçimimde güncel durum bir nevi
hazır nesne olarak yer alır. Politik ya da toplumsal durum
sanatımın içinde yer alır ki bu gayet kavramsaldır. Ve kavramın
kendisi bir zihinsel aktivitedir.
'SANAT, SANATÇI TARAFINDAN TANIMLANIYOR'
Peki, şöyle bir orta yoldan politikaya geri dönelim: Siz
hem aktivist hem de sanatçısınız. Aktivizmin kendisi de sanat
olabilir mi? Mesela Çin’deki deprem kurbanları için yaptığınız
eylemler daha sonra sanat işlerinin yolunu açtı.
Bence 21'inci asırda sanat tamamen sanatçı tarafından
tanımlanıyor. Ben bir sanatçıyım ve aynı zamanda pratik, toplumsal,
politik olaylarla da ilgiliyim. Benim geliştirdiğim sanatsal dil
içinde formun nasıl olacağı gayet nettir. Form, röportaj da
olabilir, video kaydı da. Benim bu kendime göre geliştirdiğim form
geleneksel sanatın belirgin kontekstine uygun olmayabilir. Ama
açıkça yeni bir geçmiş yaratır. Ben bunu sanat olarak tanımlarım
çünkü bu estetik ve ahlaki ve felsefi anlayışları etkiler. Tüm
bunlar yeni bir formun yapısını oluşturur. Bu yeni doğmuş bir
formdur. Mevcut estetiği tekrar etmez, hatta onlarla tehlikeli bir
şekilde mücadele eder. Onunla iletişime girer ve yeni bir zihinsel
durum oluşturmayı başarır. Ve izleyiciyle iletişime girer. Ben bu
pratiği sanat pratiği olarak adlandırırım. Dolayısıyla aktivizm
sanatın çok önemli bir bileşenidir. Fark yaratan sanatçı aktivist
olmanın anlamını bilir. Çünkü sanatın ne olduğu hakkında kendi
tanımınızı yaparsınız.
Pekin Olimpiyatları için Kuş Kafesi diye adlandırılan
stadyumun tasarımını üstlendiğiniz dönemde Çin hükümetiyle iyi
ilişkileriniz vardı. Ama ne zaman ki deprem kurbanı ilkokul
çocuklarının hesabını soran eylemler yapmaya başladınız, o zaman
istenmeyen adam oldunuz. Tecrübenize dayanarak söyler misiniz,
otokrat bir yönetimin limitleri nereye kadardır?
Benim babam Çin'in en vatansever insanlarından biriydi. Tanınmış
bir şairdi. Hiçbir zaman Çin’i terk etmeyi düşünemezdi bile.
Biliyorsunuz anne babalar ve çocukları her zaman aynı şeyleri
düşünmezler. Ben Çin’in bir gün değişeceği umudunu koruyorum. Çünkü
Çin değişmek zorunda. Bütün dünya değişiyor. Sanıyorum sorduğunuz
limit insan hakları ve ifade özgürlüğünde yatıyor. Bunları önemli
değerler olarak savunmak zorundayız. Bu değerler sizi birey yapar.
Bireyler olarak hayatı ve sağlıklı bir toplumu inşa ederiz. Bu
herkesin yararınadır. Bireysel ve toplumsal olarak. Bir toplum çok
zengin ve refah içinde olsa bile dertleri devam edebilir. Çünkü
hayatın o çok değerli anlamını yitirirler. Doğru ya da yanlış,
kendini ifade edebilmek hayatın merkezidir. Yani biz hayatı
suçlayamayız. Tabii ki toplumların pek çok zorlu problemleri olur.
Zengin ya da yoksul, bu sorunları aşabilirler. Ama önemli olan her
bir bireyin kendini bu topluluğun bir parçası sayabilmesidir.
Son sorum biraz eğlence dünyasına dair olsun. Venedik
Film Festivali’nden yeni geldiniz. Filminiz Human Flow yarışmalı
bölümde gösterildi. Emenim daha önce Venedik’te Sanat Bienali
dolayısıyla defalarca bulunmuşsunuzdur. Bu kez sinemacılarla
birlikteydiniz. Bize uluslararası sinema ve sanat dünyaları
arasındaki farkı anlatır mısınız? Sinemacıların Venedik’i
nasıldı?
İyi soru. Başta, yüzeysel bir bakışla aynı gibi gelebilir. Ama
yapısal olarak çok farklılar aslında. Çünkü sinema dünyası çok
fazla parayla alakalı. Sanat çok daha geride kalıyor, çünkü
bilirsiniz sanat hep biraz gizli saklıdır, koleksiyoncular, sunum
biçimleri hep biraz gizemlidir, ben çok hoşlanmasam da… Sinemanın
ise kendi dili, alanı, alışkanlıkları var. Benim içinse sanatçı ya
da film yönetmeni olarak orada bulunmanın bir farkı yok. Çünkü
benim vazifem kendi sözümü söylemek. Kabul görür ya da görmez diye
bakmadan… Biliyorsunuz, ben her zaman yerleşik yapılara karşıyım.
Çünkü siz bu egemen yapıları onaylarsanız, onların bir parçası
olursunuz. Ki bu çok tehlikelidir. Bireyselliğinizi korumanın yolu,
dürüstçe kendi hissettikleriniz konusunda ısrarlı olmaktan geçer.
Bu sizin topluma verebileceğiniz en iyi şeydir.
Yani sinema ya da sanat dünyasında fark etmez,
diyorsunuz.
Evet, kendi dürüstlüğünüzde, açık sözlülüğünüzde ısrar etmeniz,
katkıda bulunmanızın tek yoludur. Yoksa doğru olmayan bir anlaşma
yapmak üzeresiniz demektir ki bunun sonunda çok şey
kaybedersiniz.