Aile kurumunun 'kabuğu' kırılırsa
Zeynep Kaçar’ın “Kabuk” adlı kitabı derinlikli bir alt metin ile sesleniyor okura. Kaçar, hep “iyi” anlamlar yüklenen ailenin gerçek yüzüne gönderme yapıyor.
İnsanın biçimlenmiş bir varlık olduğunu kabul edersek, bunun ilk başlangıcının aile olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Aile bir anlamda kapalı kapılar ardında birçok derdin, kederin, mutluluğun, mutsuzluğun yaşandığı her şeyin iç mekâna hapsedildiği bir alan da yaratır. Aile kurumu yapısı gereği kapalılık arz eder. Her aile kendi kapatılmışlığının içerisinde bir tarihe sahip olur.
NEŞE, KEDER, KADER
Zeynep Kaçar’ın geçtiğimiz günlerde Sel Yayıncılık tarafından basılan kitabı “Kabuk” bir ailenin tarihini üç kadın karakter üzerinden anlatıyor. Sanırım burada “kabuk” aile içi ilişkilerin içerisine sıkışıp kalmayı simgeliyor. Kitabın karakterleri o kabuğu kırmaya, aile kurumu ile birlikte inşa edilmeye çalışılan her türlü rolden kurtulmaya çalıştıkça, daha çok kabuğun içerisine yerleşiyorlar. Kaçar, kitabının alt metninde toplumsal cinsiyet rollerini, bu rollerin getirdiği yükü, “kabuğa” sığamayan verili bedeni, aşkı, cinselliği kıvrak akıp giden bir biçimle alt metne işlemiş. İşlemiş diyorum çünkü anlatıyı okuyanlar fark edeceklerdir ki kitap okuru içine alıp, bir şekilde onu anlatılanın içerisinde kaybediyor. Neşe, keder, kader hepsi iç içe. Vazgeçişler, toparlanmalar, kabul edip kenara çekilmeler, direnmeler, hiçleşmeler kısacası metni, bir süre içerisinde yaşayacağınız, duygusuna kapılıp bazen sevinç bazen acı duyacağınız bir anlatı olarak da özetleyebiliriz.
BEDEN DİSİPLİNİ
İnsan bedeninin her anlamda disipline edildiği bir çağda yaşıyoruz. Beden insanın günahı gibi, bu hem felsefi hem de toplumsal anlamda, pek çok oluşturulmuş anlamı içeriyor. İnsan bedenini bir kalıba sokma, onu kusursuz hâle getirme kaygısı her şeyi kesinliklerle ve sayılarla ölçen bir bilimsel kavrayışın da sonucu. Beden üzerinden disipline etme çabası en çok kadınlar üzerinden uygulanıyor. Şişman bedenler, zayıf bedenler görsel olarak dayatılana uymayınca ve bu hem toplumsalın gözünde hem de medya ve kapitalizm tarafından “anormal” bir anlama hapsedilince birçok derin kederi, umutsuzluğu bireyin kendi bedenine karşı âdeta düşmanlaşmasını getiriyor.
Zeynep Kaçar kitabında bu durumu karakterleri üzerinden dile getirmiş. Yazar, estetik kaygısı yüksek olanları, bedenini bir kuş gibi hafif hissetmek isteyenleri, küçük göğüslüleri, bunu kınayanları anlatısı içerisine yerleştirmiş. Bu bedene dair verili kaygı durumu, içeriden bir dille okura aktarılmış. Örneğin şöyle söylüyor karakterlerden birisi; “Kimse ne güzel kadınsın demiyor, diyemiyor. Eh göt, bacak, meme, gıdı, göbekle olacak iş değil hani. Yolda dönüp bakıyorlar, güzelliğime değil, önden böyle görünen birinin götü kim bilir nasıldır diye meraktan.
Beş kilo en az beş kilo daha vermem gerek.” Oysa asıl doğal olarak verili olan insanın kendi bedensel varlığı, yüzleşilmesi gereken de o iken toplumsalın gözetimi, kadının kendi ölçülerine uymayan bedenini ucubeleştiriyor böylece birey bedeniyle savaş hâlinde bir yaşama hapsediliyor. Kaçar, bu konuyu kitabında, özellikle karakterlerin hissettikleri üzerinden anlatarak, duygusal etkisi yoğun bir anlatı ortaya çıkarmış.
BEDEN BİÇİLENE UYMUYOR
Kitap toplumsal cinsiyet rollerini kadınlık ve erkeklik meselesi üzerinden sorgulamış. Bu rollerin oluşumunu kime erkek, kime kadın dendiğini ve bunun nasıl kurgulanmış olduğunu, kitaba konu edilen ailenin yaşamı içerisinden anlatmış. Mesela bir erkek çocuğun nasıl kurgulandığı şu cümlelerde gizli: “Örnek alacak birileri olsun. Dayı, amca yok ki, bir baba. O da sürekli yanında olmayınca çocuğun ister tabii, erkek evlat, bakacak, görecek. Onun gibi oturacak, onun gibi konuşacak. Öyle öksürecek bir odaya girerken. Ben nasıl derim kızları böyle tut, şöyle öp diye. Babasıdır o öğretecek.” Ancak işte tüm bu öğretilenler, bir bedenin kurgulanmasına yetmiyor.
Bedene biçilen rol onun ruhuna, hissettiklerine uymayabiliyor. Çünkü kesin sınırlarla örülmeyle çalışılan kadınlık ve erkeklik sadece genel ahlâkın, aklın sınırlarına göre tanımlanmanın, dinsel öğretilerin, kurumların kurduğu bir hayal olarak kalıyor. Bedenler çoğul, cinsiyetler çoğul. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz babasını rol model alıp, erkek olarak inşa edilmeye çalışılan karakterimiz Muhsin gibi. O kendisine biçilen bedene uymuyor. Ve evi terk ederek ruhuna uyan bedene ve aşka kavuşmak için mücadele ediyor.
'PEMBE PANJURLU EV'İN YIKIMI
Zeynep Kaçar’ın “Kabuk” adlı kitabı her ne kadar bir aile tarihi olsa da bu kurumu yıkan bir yanı da barındırıyor. Aile içerisinde yaşananları, getirdiği yükü, bireyin kurgulanışını gerçekçi bir anlatıyla örnekliyor ve bu kurumu çıplak bırakıyor. Bir bakıma “pembe panjurlu ev” ile imgelenen mutluluk vaadinin yapısını bozuyor. “Bense tüm gücümle tiksiniyorum reklamlardaki o mutlu çiftlerden dekordan evlerinden etli butlu kadınların bıyıksız adamlarından üstünü kirletmeyen çocuklarından biri kız biri oğlan ne kadar sahte ne kadar yoklar hiç olmayacaklar çünkü kimse öyle mutlu olamaz reklamlar bize yalan söylüyor sattıkları şey yüzünden değil kurdukları aileler yüzünden.”
Böyle söylerken kitabın karakterlerinden birisi, aslında tam da o hep “iyi” anlamlar yüklenen ailenin gerçek yüzüne gönderme yapıyor. Gösterilen ile yaşanan arasındaki farkı ortaya koyuyor. Mutlulukla tasvir edilen görüntünün, öyle olacakmış hissiyle kurulan ailenin aslında ne kadar sahte olduğunun altını çiziyor. Çünkü kurumlar içinde yer alanların bedenlerini, zihinlerini, hislerini baskı altında tutmanın meşru bir yöntemi olarak var ediliyorlar. Bu bakımdan da kitabın anlatısının çok şey ifade ettiğini belirmem gerek.
DÜNYA AKLA SIĞMIYOR
Dünya akla sığmaz. Aklının içinde olsun istersin her şey ama çıkıverir dışına akıl. Çünkü aklın sınırları ne yaşamı ne de insanı karşılar. Aklın getirisi ne bedene uyar ne de kurgulanmak, biçimlenmek istenene. Bu nedenle aklın dışına çıkar hayat, insan aklın dışında yaşar. Değişkendir insan, kurumlarla, bilimsel kaygılar ile, felsefi öğretiler ile biçimlenemez, örülü çiti yıkar. “Kabuk” kitabının karakterleri de böyle çıkıyor karşımıza aile kurumunun kabuğunu kıramayan ama aklın kabuğunu kıran “deli” ve genellikle kadın karakterler olarak. İç içe geçmiş hikâyeler, terk edilmeler, geride kalışlar, yemek kokuları, kalori hesapları, düğmeler, makaslar, kumaşlar, küçük memeli, koca götlü, bazen duygulu, bazen kalpsiz varoluşlar.
Kendisini bedenine sığdıramayanlar, bedeni kendisine fazla gelenler, güzeller, çirkinler. Kocası tarafından tımarhaneye kapatılanlar, intihar edenler, kafasında yarattığı çocuğu büyütenler, Tanrı tarafından terk edilenler, varlığı bulunduğu yere ait olmayanlar… Tuhaflıklar, kısacası aklının önüne kalbini koyanlar, tüm bunlar arasında delirmeyi normalce karşılayıp, yaşamın içerisine yerleştirenler.
Zeynep Kaçar’ın “Kabuk” adlı kitabı derinlikli bir alt metin ile sesleniyor okura. Çok bilindik gibi olanın başka bir şekilde ifade edilmesi anlatının başarısı belki de. Kitaplar bir karşılaşma alanı yaratıyor ve bu karşılaşmalar bizde bazen uzun süren bir etki bırakıyor diye düşünüyorum, Kaçar’ın metninin etkisi kitabı okuyanlar üzerinde epey sürecek gibi görünüyor.