Türkiye toplumu yaşadığı birçok güncel olayı ve durumu, bu
yaşananlar tıpkı bir ailenin mahrem alana itilmesi gereken
sırlarıymış gibi, göz ardı etmeye fazlasıyla sık aralıklarla davet
edilen bir toplum. Halının altına süpürülen meselelerimiz saymakla
bitmez. Çocuk tecavüzlerinden başlayarak paramızın dolar karşısında
değer kaybetmesine varıncaya dek birçok şey birdenbire “ev”in ve
“mahrem”in alanına kaydediliverir. Ondan sonra da koydunsa bul.
Zinhar laf edemezsin. Ailenin mahreminden, ülkenin ve milletin
mahremine ışık hızıyla ilerleyen bir analojik seyahat gerçekleşir.
Toplumsal meselelerimizin mahrem alana itilmesi gerekliliği elbette
yurttaş olarak bizim ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmıyor. Buna hiç
ihtiyacımız yok. Fakat son derece kamusal olan birçok meselenin
“özel” hale getirilmesinden, hemen hemen her zaman gücü elinde
tutanların ve iktidar sahiplerinin ciddi bir çıkar elde etmesi söz
konusu.
Bu yazıda, analojilerle düşünmeye olan yatkınlığımızı dikkate
alarak, düşmanlarla çevrili bir ülke algısının imalarını, anlamını
ve olası trajik sonuçlarını içe kapalı aileler üzerinden tartışmayı
deneyeceğim.
Dış dünyayı düşman olarak gören ve bu dünyayla ilişkisini
patolojik ölçülerde sınırlandıran aileler vardır. Zorunluluklar
haricinde tümüyle içe kapalı olan bu yaşam biçiminde, o zorunlu dış
ilişkiyi de çoğunlukla “ebeveynler,” hatta daha da sıklıkla “aile
babası” sürdürür. Böyle bir aile ile yıllar evvel uzunca bir dönem
komşu olmuştum, diğer bir komşum onların hayatını tarif ederken,
anlamını derin biçimde sezdiğim ama sizlere açıklamakta güçlük
çekeceğim bir ifade kullanmıştı. Bu ifadeden söz ettiğim başka bir
yazım daha olduğuna göre, çok isabetli bulmuş olmalıyım. İfade
şuydu: “Çöp ev psikolojisinde yaşıyorlar.” Dünyanın bütün
atıklarına odaklanmış, o dünyanın karanlık yönlerini çılgınlığa
varan ölçülerde abartmış ve üyelerini onlardan korumak için kendi
üzerine kapanmış bir aile. Kimi bunu düz anlamıyla yaşarken, yani
düpedüz çöp yığınları arasına istiflenmiş bir hayatı sürdürürken,
kimi de o çöpü sadece psikolojisine ekleyerek, görünürde fazlasıyla
pirüpak bir evde yaşamayı sürdürür.
Oysa dış dünya tehditlerinin yol açtığı kaygılarla boğuşurken,
temkinliliği elden bırakmamakla birlikte, o dünyanın gerçek bir
parçası olma çabasını yüreklilikle sürdürmekten, başkalarını da bu
konuda yüreklendirmekten ve hayatın tam ortasında yer almaktan
sakınmayanlarımız da çok.
Zira biliyoruz ki psikolojik olarak içe kapanan ve somut
hayatında da buna eşlik eden yaşam biçimlerini seçenler, tam da
kaçtıkları her şeyin pençesine düşüyor. Bu kapanmanın Türkiye’de
rastlamayı beklemeyeceğimiz türden trajik bir örneğinin
Kahramanmaraş’ta yaşandığını görmüştük. Yazılı basına “Anne sevgisi
toplu intihara sürükledi.” “Ölüm köşkündeki sır” gibi
manşetlerle taşınan bu olay, Kahramanmaraş’taki bir bağ evinde
yaşları 22 ila 33 arasında olan dört kardeşin tavana asılı
cesetlerinin bulunmasıyla gündeme gelmişti. Haberlerde, dört
yetişkin evladın annelerinin ölümünün yol açtığı sarsıntıyı
atlatamadıkları ve onun peşinden gitmeyi seçtikleri ifade
ediliyordu. Annenin heykeltıraş, babanın avukat olması, olayın bir
bağ evinde yaşanması, çocukların Raden, Beraris, Rurin, Sajen olan
adlarının tümünün, tarihe ve mitolojiye düşkün ebeveynler
tarafından seçildiğinin anlaşılması ve sosyal çevre ile ailenin
kopukluğu gibi bazı bilgiler, dış dünyadan tümüyle yalıtılmışlığın
değilse de, ölümcül bir bağlılığın yol açtığı dikkate değer bir içe
kapanmanın işaretleri olarak görülmüştü. Anneye aşırı bağlılık,
tümü de yetişkin olan çocukları hayatla ve ölümle başa çıkabilme
yeteneği geliştirmekten alıkoymuş görünüyordu. Tekrar etmek
gerekirse buradaki kısmi bir içe kapanmaydı, çocukların ikisi
üniversiteye gidiyor, ikisi de buna yönelik hazırlık yapıyordu.
Olayın merkezinde yer alan annenin zorlayıcı tedbirler uygulayarak
çocuklarını dış dünyadan şu ya da bu biçimde alıkoyduğuna dair bir
bilgi söz konusu değildi. Aşırı düşkünlüğün ve sevginin de,
sevgisizlik kadar “zorlayıcı” olabileceği bilgisini, aşağıda yer
alan örnekler nedeniyle burada paranteze alıyorum.
Yakın tarihlerde, ABD’li tuhaf bir çiftin 13 çocuğunu klonlanmış
gibi bir örnek giydirdiği, gece yarıları bu çocuklara askeri nizam
talimler yaptırdığı, işkence ettiği ve eve kapattığı bilgisi
birdenbire dünya basınına konu olmuştu. Komşular tarafından bir
ölçüde garipsenmekle birlikte, yaşananların önlenmesi için bir şey
yapılmayarak dışarıdan izlenmiş olan Kaliforniya korku evi, aniden
“patlamış” ve dünyanın ilgisine mazhar olmuştu. Kabus gibiydi
her şey, dehşete düşürücüydü.
Bu vahametin çok daha ağır biçimleri de dünyanın başka yerinde
yaşanan örnekler olarak karşımıza geldi. Ailesini dış dünyanın
tehditlerinden korumak vaadiyle kapatan “aile baba”larının bir
kısmının dışarıdan gelebileceğini düşündüğü her tür tehdidi ve kötü
muameleyi bizzat kendisinin aile üyelerine reva gördüğü durumlara
da rastladık. Çocuğunu uyuşturucudan, tecavüzden, sözüm ona
dışarıda istismar edilmekten ve hırpalanmaktan koruma adına zorla
alıkoyan ve bu farazi kötülüklerin tamamını bizzat kendisi o çocuğa
yapan bir aile babası olarak Josef Fritzl’i hatırlayanlarımız
çıkacaktır muhakkak: Avusturya’nın küçük bir kentinde, 18 yaşındaki
öz kızını ilaçla uyutarak gece yarısı yatağından kaçıran ve
apartmanın altındaki labirent benzeri sığınakta tam 24 yıl boyunca
kapalı tutan, tecavüz eden ve o kabus mekanında öz evladına yedi
çocuk doğurtan monster... Josef Fritzl nazik, iyi bir aile
babası görünümüyle apartmanın yukarıdaki dairelerinden birinde
diğer çocuklarına babalık etmeye devam eden ve apartmandaki
kiracılarına ev sahipliği yapan, gündeliğini tıkır tıkır işleten
bir mühendisti. Zihnindeki fosseptik çukurunun yansıması olan
“dehşet sığınağı” açığa çıktığında, “hercai” kızını korumak
istediğini ve onu bu nedenle kapattığını söylemişti.1
Kapatılmış çocuklar, eşler veya içe kapanmış aile psikolojisi
romanlara ve filmlere de konu olan, maalesef “verimli” bir malzeme.
Roman ve sinema bu malzemeyi genellikle bir ülke alegorisi olarak
kullanıyor. İçe kapalı, yüksek duvarlarla dış dünyadan tecrit
edilmiş, hatta dış dünyanın bilgisinden tümüyle esirgenmiş çocuklar
hastalıklı ebeveynlerin insafına kalıyor. Kaliforniya ve
Avusturya’da yaşanan olayların aktörü olan ebeveynler, bir bakıma
“gerçekten de” çocuklarını dünyanın öngörülebilir ve öngörülemez
bütün fenalıklarından korumak “istiyor.” Hastalıklı zihinleriyle
onları koruduklarına kendilerini inandırıyorlar. O koruma ve
kapatma faaliyeti içinde giderek bu çocukların “tanrısı” haline
geliyorlar. İyiliğin de kötülüğün de kendilerinden gelebileceği bir
tanrı. Tanrı da bazen zalimdir...
Ülke alegorisi olarak tasavvur edilen bu öykülerden biri Yunan
yönetmen Yorgos Lanthimos’un yönettiği ve 2009 yapımı olup, benim
ancak birkaç gün önce izleyebildiğim “Köpek Dişi” adlı film.
Sinemada ve tam da şu günlerde izlenmesini hararetle önermek
istediğimden, linkini de vereyim burada. Yüksek çitler ve
duvarlar arkasındaki lüks malikanede, karısı ve üç çocuğunu
“korumaya” alan baba ve onunla tam bir işbirliği içindeki anne, işi
öyle abartıyorlar ki, tehlikeli ve düşman “dış dünyanın”
çocuklarına belki de hiçbir zaman yaşatmayacağı kötülükleri bizzat
kendileri yaşatıyorlar. Elbette adım adım geliyor kötülük. İsimleri
bile olmayan, özneleşmelerine izin verilmeyen, büyük, küçük ve
ortanca çocuklar, bir çocuğun “köpek dişlerinden” biri
kendiliğinden düşmeden, duvarların arkasına geçemeyeceğine ve evden
ayrılamayacağına inandırılıyorlar.
Bu alegorik filmde, çocuklar, duvarların arkasına da zaten
-babanın her gün yaptığı gibi- ancak camları sıkı sıkı kapalı bir
arabayla geçilebileceğine inanarak büyüyor. Dış dünya diye bir
mefhumları da yok esasen... Üzerlerinden geçen uçakları, bir ufuk,
uzaklık ya da yakınlık mefhumları olmadığı, dolayısıyla uzak
nesnelerin küçük görüneceğine dair bir tasavvur geliştiremedikleri
için, bulundukları noktadan görebildikleri büyüklükte sanıyorlar.
Baba bahçeye oyuncak bir uçak fırlattığında, gökteki uçağın
düştüğünü düşünüyorlar. Kötülükten korunmaya çalışılan çocukların
başına, ağır cinsel istismar ve tecavüz dahil her tür kötülük
doğrudan ve dolaylı yollarla bizzat aile içinde geliyor,
getiriliyor.
Night Shyamalan’ın Köy ve Emin Alper’in Tepenin Ardı filmleri de bu çerçevede
örnek verebileceğimiz, ülke ve toplum alegorisini, “ev”i biraz
genişleterek, köy/yerleşim yeri ölçeğinde ele alan filmler. Hepsi
de izlenmeye ve üzerinde çokça düşünmeye değer filmler. Bu
kapsamda, daha sonra yazacağım bir yazıda ele almak istediğim,
Masum adlı yerli dizi var bir de.
Ebeveynlerin eril, cinsiyetçi, hastalıklı dış dünya algısı ya da
“sırları aile içinde tutma saplantısı” çocukları kötürüm ediyor ve
düpedüz hayatlarını çalıyor -ki “baba” bir noktadan sonra
genellikle bu algının keyfini sürmekten de geri kalmıyor. “İlahi”
bir kudret gibi yaşantılanan, tiksinti verici, zalim ve alçakça bir
keyif. Avusturyalı Fritzl mahkemede, kızının ve kızına doğurttuğu
çocukların dehşet sığınağında yaşadığı hayattan söz ederken,
“Onların tanrısıydım” demişti...
Biri dış mihraklardan ya da işi gücü bize yönelik kötülük
tasarlamak olan düşman ülkelerden söz ettiğinde, zihnimizin bir
köşesinde esasen keyfinin peşindeki hastalıklı “erkek” zihinler ve
de iktidar peşindeki o zavallı ibiş adamlar belirse, her şeyi
olanca çıplaklığıyla kavrama ihtimalimiz de çok güçlenir. Onu
diyordum.
(1) Bu olayı ayrıntılı biçimde ele alan bir yazıyı Birikim
Dergisi’nde bulmanız mümkün. Feride Zülfü (2008). Amstetten’den
Sonra”. Birikim (Haziran-Temmuz). Sayı 230-231. Sayfa. 127-132.