'Aile'yi yapıbozuma uğratmak!

Ece Gamze Atıcı’nın romanında metafizik; kurgudan atmosfere hatta dile kadar birçok unsurda kendini gösteren bir yapıbozum malzemesidir. Yazar Derrida’nın vurguladığı ikili zıtlıkların imhası ve iptali meselesini iki teknik unsurla gerçekleştirir: Var olan temel ikili zıtlıklar arasındaki hiyerarşiyi bozmak ve yeni absürd ikili yapılar kurarak, bu zihinsel yapıyı parodileştirmek.

Abone ol

Aylin Aydın

Tolstoy Anna Karanina’yı şöyle açar: “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Böyle bakıldığında realist Tolstoy aslında bir ikiliğe işaret ederken onlar arasındaki hiyerarşinin de altını oymaya başlamamış mıdır? Zira bu cümle biraz da şunu düşündürmez mi: Mutlu olmak bizi sıkıcı, sıradan biri mi yapacak? Ya da şöyle bir inanış: Mutsuzluk ve çekilen acılar bireye karakter kazandırır. Edebiyat tarihinde çokça izleyeceğimiz bu “mutlu ama sıkıcı” hayat manzarasının renklerini çok zekice biraz da Tolstoy boyamıştır.

Ece Gamze Atıcı’nın son romanı “Sevdiğini Öldürmek Bizde Aile Geleneği”nde ise mutlu aile/mutsuz aile ikiliği ve sorunsalı, iyi aile /daha iyi aile ikiliğine zekice ve bol oyunlu biçimde evrilir. İstanbul’da yaşayan Hikmet ve Sümer aileleri, yaşayışları, yapıp edişleri en önemlisi “aile gelenekleri” ile ilk bakışta birbirinin zıddı, değili, ötekisi gibi konumlanırlar. O çok bilindik zengin, eğitimli, iyi aileler ve dar gelirli, görece az eğitimli, sorunlu aileler zıt evreni... Ancak tam bir alttakiler / üsttekiler ikiliği de değildir bu zira dünya Tolstoy’un mutlu/mutsuz ailelerinin yer aldığı dünyadan çok daha karmaşık ve kaotiktir. Buradaki farklılıklar tam bir zıtlık değil daha çok bir derece meselesidir artık. Mutlu olmak Hikmetler için bir “hedef” değil doğuştan edinilmiş bir özelliktir, Sümerler içinse mutluluk “bağlamdışıdır” (irrelevant), konuları o değildir!

Sevdiğini Öldürmek Bizde Aile Geleneği, Ece Gamze Atıcı, 336 syf., Doğan Kitap, 2019.

POSTMODERN TEKİNSİZLİKTE İKİ CİNAYET

Bu iki bağımsız dünya ve varoluşun yolu çok tuhaf, postmodern “tekinsizlik” kavramını selamlayan bir çifte cinayet olgusuyla kesişir: Kimin kimi, nasıl ve nerede öldürdüğü belirsizdir, olaylar adeta buzlu bir cam ardından, bir ölünün dumanlı kafasından aktarılmaktadır. Artık Hikmetler ve Sümerler iç içe geçmeye başlamıştır; ikili zıtlığın çözülüp birbirine dönüştüğü o büyülü ana tanıklık ederiz. Paradigma yavaş yavaş dönüşmeye başlar; refah ve bolluk manevi dünyadaki fakirliğe evrilir; yakışıklı heteroseksüel bireyler birer çift yönelimli kuir’e, kazanan kaybedene, maktul katile, çocuk anneye dönüşmüştür. Gelecek geleneği ele geçirir, bağlamsızlık “başıbozukluk” yeni normaldir zira her iki ailenin oyun kurucusu “anne” figürleri ortadan kalkmış, dünya eski bilindik dünya olmaktan çıkmıştır. Bu noktada edebiyatta, felsefede ve psikolojide göstergesel değeri yüksek, sembolik ölümlerden bazılarını hatırlatmakta fayda var. Nietzsche’ye göre, ‘Tanrı öldü. Onu öldüren biziz ve artık insan hiç olmadığı kadar yalnızdır.’ Bu katastrofik ve epistemolojik bir ölümdür. Anlam tamamen değişir.

İkinci sembolik ölüm; Dostoyevski’de baba katli olarak karşımıza çıkan Freudyen baba/çocuk çatışması ve çocuğun önce babasına ve onun “yasasına” başkaldırması ve babanın bir çeşit sembolik ölümüyle bireyleşmesi olgusudur. Bu sembolik ölüm, epistemolojik kopuş silsilesine önemli bir üçüncüyü eklemek anlamında Atıcı’nın metni için yol gösterici olacaktır. Lacan’a göre ise çocuk için temel kopuş ve bireyleşme süreci, kendisiyle büyük özdeşleşme yaşadığı anne’den ayrılma ile başlar. Anne-çocuk ikiliği ve ilişkisi ve sağlıklı bir kopuş, bireyin oluşumunun temelidir. Denilebilir ki Atıcı’nın metninde temel ikili zıtlıklardan biri anne/çocuk ikili yapısıdır. Ölü anne / Gelenek, Yaşayan çocuk/Gelecek ile durmadan çatışmakta, bu çatışma taraflardan birinin fiziksel dünyayı terk etmesiyle hız kesmeyerek, metafizik bir düzlemde devam etmektedir. Bu yönüyle “Aile Geleneği” özellikle bizim gibi toplumlarda kutsanan annelik müessesini, anne/çocuk evreni hakkında hiçbir reel yoruma ve bakış açısına izin vermeyen o tabusal alanı derin bir psikanaliz seansına sokmakta. Denilebilir ki Türk edebiyatında bu “kutsal alana” böyle cesurca, gerçeğin aynalarından bakabilen ve şiirselliğini de kaybetmeyen pek az metin vardır.

AİLEYİ YAPIBOZUMA UĞRATMAK

Atıcı’nın romanında metafizik; kurgudan atmosfere hatta dile kadar birçok unsurda kendini gösteren bir yapıbozum malzemesidir. Yazar Derrida’nın vurguladığı ikili zıtlıkların imhası ve iptali meselesini iki teknik unsurla gerçekleştirir: Var olan temel ikili zıtlıklar arasındaki hiyerarşiyi bozmak ve yeni absürd ikili yapılar kurarak, bu zihinsel yapıyı parodileştirmek.

“Aile Geleneği”nin kendi iç metafiziğinde: Varoluş/yokoluş, suç/suçlu, iyi/kötü, mutlu/mutsuz gibi ikilikler birbirine bağlı yapılar olmaktan çıkarılmakla kalmıyor yerlerine maktul anne/ katil çocuk, iyi aile / daha iyi aile türünden yeni ama “parodileştirilmiş” ikili zıtlıklar belirmeye başlıyor. Atıcı, romanını temellendirdiği bu yapıbozumcu metafizik dünyada, anlatıyı iki ana parçaya bölmüş, iki otantik anlatıcı yaratmıştır: Ölmüş (yokolan) maktul/anne ve yaşayan (varolan) katil/çocuk.

Son tahlilde hayat, zaman, mekan ve insan değişmiştir. Gelenek çökmüş, başkalaşmış, konvansiyonsuzluk yeni norm olmuştur; Nietzsche’nin hiçliğe açtığı kapıdan yepyeni bir dünyaya adım atılmıştır. Dolayısıyla postmodern metinde “muğlaklık” bir tuhaflık değil ana karakterdir ve zaman elbette döngüseldir, yani: Maktuller yaratır katillerini ve elbette çocuklar doğurur annelerini...

Bugün postmodern paradigmayı özümsemiş, onun tekinsiz dünyasında kolayca gezinebilen; bizden, içeriden ses veren ancak evrensele de uzanabilen genç kuşak yazarlar edebi hayatımızı zenginleştirip ümidimizi arttırıyor. Gelecek, geleneği yeniden yazıyor.