Akademiden KHK'ye: Onların öyküleri...

Kitaptaki öyküleri okudukça en çok hissettiğim hüzün ve umut oldu. Hüzündü hissettiğim, çünkü öykücülerin yaşadıkları, sözcükler aracılığıyla önce gözlerime oradan yüreğime ve son olarak bedenime yayılan sızılar biçimindeydi.

Abone ol

Aziz Merhan*

DUVAR - Bu yazıda ele almak istediğim kitap Akademisyenlerden KHK Öyküleri adını taşıyor. Kısaca Barış Akademisyenlerinden veya uzunca söylemiyle “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildiri metnini[2] imzaladığı için üniversitelerinden ihraç edilen öğretim elemanlarından on dördünün öykülerini ve birisinin savunmasından alıntıları kapsayan bu kitap, Kuvvet Lordoğlu tarafından hazırlanmış ve Yordam Kitap’ın katkılarıyla NotaBene Yayınları arasında çıkmış. Benim elimdeki kitap ikinci baskı olup yazarlar[3] Sema Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez’in katkı önyazılarının eklenmesiyle toplam 254 sayfadan ibaret. Kitap, son iki yıl içerisinde Barış Akademisyenlerinin yaşadıklarını özetler niteliktedir. Yapraklarını çevirdikçe ihraç edilmiş olan farklı alanlarda kendini kanıtlamış ve saygın her bir akademisyenin duyguları, düşünceleri ve onurlu duruşları yüreklere dokunuyor. Her öyküde boğazıma bir düğüm atıldığını, her yaprakta yüzümün şeklinin değişip gözlerime öfke ve buğunun yerleştiğini hissettim, her bir sözcükte haklılığın sessizliğini duydum.

Kitabı tamamen okuduktan sonra böyle bir kitap hakkında yazı yazmak isteyince usta şair Şükrü Erbaş’ın “Ömür Hanımla Güz Konuşmaları” şiirsel yazısındaki şu satırların duygularıma tercüman olacağını düşündüğüm için öncelikle onları buraya almak istiyorum:

“Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur tükenmek değil de?”[4]

Akademisyenlerden KHK Öyküleri, Nota Bene, 2018.

Kitaptaki öyküleri okudukça en çok hissettiğim hüzün ve umut oldu. Hüzündü hissettiğim, çünkü öykücülerin yaşadıkları, sözcükler aracılığıyla önce gözlerime oradan yüreğime ve son olarak bedenime yayılan sızılar biçimindeydi. Umuttu hissettiğim, çünkü akademik yaşamlarında mutlu ve başarılı olan bu insanlar barışsever kimlikleriyle suskunluğun ve baskının arttığı bir dönemde kızgın yüreklere parmak uçlarıyla su damlaları serpiyorlar.

Düne kadar bu sessiz-sözlü barış haykırıcılarını tanımıyordum. Belki bundan sonra da yakından tanı(ya)mayacağım. Onlar da beni. Sadece izleri, sözleri, acıları kalacak yüreğimde ve bir de yüreğime dokunuşları. Önce öyküyü okuyorum ve sonra “Kim bu? Acaba karşılaşmış mıydık?” diyerek internette tarıyorum ve bir resim bulmaya çalışıyorum. Tanıdık birini görünce “Ha, evet, tanışmıştık.” deyip bir nokta koyuyorum. Yazdıklarıyla gönüllerdeki yerlerini alan bu on beş akademisyenin adları, öyküleri ve yüreklere dokunan sözlerinden alıntıları aşağıda sunuyorum. Amacım burada öykülerin özetini sunmak değildir, aksine öykülerden etkileyici söz ve soruları alıntılayarak bu yazıyı okumakta olanın ilgisini uyandırmaktır. Bunu yaparken her birine “sen” diye hitabımı “öykü kahramanı” oldukları için hoş görmelerini diliyorum.

AĞLAMIYORUM, GÖZÜME TOZ KAÇTI...

Kendini “ne kahraman, ne düşman” olarak niteleyen Didem (Doç. Dr. Didem Dayı), öyküsünde insanı insan yapan unsurlardan söz ediyor. İnsanların insandan, yerden, olaydan, duyduklarından, okuduklarından, izlediklerinden ve hatta altını çizdiklerinden oluştuğunu örnekler vererek şiirsel bir anlatımla dile getiriyor ve öyküsünü “ama en çok da insanım!” sözüyle bitiriyor.

Didem’in özlü sözü: Bence altını çizdiği cümlelerin toplamıdır insan ve en çok da alıntıladığı şeylere öykünür.

Didem’in sorusu ve tek sözcüklük cevabı: Bir imza insanların yaşadıklarının yanında neye tekabül ediyordu ki? Hiç...

BARIŞ OLMADAN HEKİMLİK OLMAZ...

İstanbul Tabip Odası Başkanlığı yapmış olan Ahmet Özdemir’in (Prof. Dr. Ahmet Özdemir Aktan) öyküsü Tabip Odası’ndaki çalışmalarını, özellikle anadilinde sağlık hizmetleri alınması hususundaki gayretini, “Ilımlı İslam ve Bilim” makalesini yayımladıktan sonra yaşadıklarını, “Ergenekon Süreci”nde yaptıkları araştırmayı ve elbette Barış Bildirisinin öncesinde ve sonrasında yaşananları kapsıyor.

Ahmet Özdemir’in özlü sözü: Türkiye, içinde yaşayanlar için değil ama dışarıdan izleyenler için çok eğlenceli bir ülke olsa gerek.

Ahmet Özdemir’in sorusu: Peki, barışı savunmak siyaset yapmak mıdır?

BİR İHRACAT ÖYKÜSÜ

Bir imza atarak ölmeden reenkarne olan Serdar’ın (Doç. Dr. Serdar Ulaş Bayraktar) öyküsünde Mersin’de ihraçlardan sonra kurdukları Kültürhane uğraşıları ve oradan dünyaya açılması “macerası” ele alınıyor. Serdar Ulaş ile Ada’nın Mersin’de ve Umut ile Bediz’in Almanya’da yaşamak zorunda olduğu bir ailenin direnişi dokunur yüreklere. Serdar Ulaş’ın adı aslında basın yayın organlarında “şehit yüzbaşının oğlu” olarak çıkmıştı. Barış Bildirisine imza atmasına baba yadigârı olan “şehit çocuğu” unvanından dolayı olduğunu yazar.

Serdar Ulaş’ın özlü sözü: Garip gelecek ama ben umutluyum.

Serdar Ulaş’ın sorusu: Kültürhane niye kuruldu sandınız?

HÂLÂ ŞAŞIRMAYA DEVAM EDİYORUM İNATLA. KABULLENMEMEK İÇİN BELKİ DE...

20 yılını fakültesine ve laboratuvarına harcayan Filiz’in (Yrd. Doç. Dr. Filiz Arıöz) öyküsünde bir hastalık için ortaya konan çaba ve kulüp öğrencileri için didinme, gündelik yaşamımıza sirayet eden vefasız sözlerle anlatılıyor. “Seninle gurur duyuyorum, iyi ki benim annemsin.” diyen Ekin ile annesini teselli etmeye çalışan Göksu adları, annelerine söyledikleri sözlerle yüreklere dokunarak akılda kalıyor.

Filiz’in özlü sözü: Belki bunları toparlayıp roman yazarım kim bilir...

Filiz’in soruları: Bir anneye bunlar nasıl yaşatılır? Hangi neden bu yaşatılanları haklı gösterebilir ve bizler yanı başımızda bunlar yaşanırken başımızı yastığa koyup rahatça nasıl uyuyabiliriz? (Kızı Cemile’nin cesedi bozulmasın diye üç gün boyunca derin dondurucuda saklamak zorunda kalan anneyi hatırlatarak)

KÖTÜ ZAMANLAR

Her fırsatta “mağdur değiliz, ihraç edenler mağdur olacak” diyen ve bir taşra üniversitesinde başlayıp bir taşra üniversitesinden hoca olarak meslek yaşamı sonlandırılan Kuvvet (Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu), öyküsünde 1981 yılında başladığı üniversite macerasının günümüze kadar devam eden meslek yaşamını bir solukta anlatıyor. Uzun meslek yaşamından küçük ancak etkileyici bir kesit sunuyor. Gelir testi yaptırmak için gittiği kaymakamlıkta gördüğü muamele, emekli olmak istemediği hâlde olmak zorunda kalması, yurtdışında çalışma isteğinin yurtdışı çıkış yasağının olması nedeniyle imkânsız olması ve yaz okulunda yaşadığı duygusal anlar öykünün önemli kesitleridir.

Kuvvet’in özlü sözü: Hep barışa yakınım.

Kuvvet’in sorusu: Dağda veya doğada neyi arıyordum ve bulmaya çalışıyordum? (Akademi dışında dağcılıkla ilgilendiği için).

KAR HAPİSHANESİ

Kendisini “güneşin kızı” olarak niteleyen Ferda’nın (Ar. Gör. Ferda Fahrioğlu Akın) eşi Necati ve biricik oğlu Baran’a ithafen yazdığı öyküsünde hüznün acısı yoğun hissediliyor. Günlük tarzı anlatımında hem kendi öyküsü bütün çıplaklık ve acısıyla görünürken, hem de aynı kaderi paylaşan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) kapsamında istihdam edilen ve lisansüstü çalışmalarını yürüten adayların dramını gündeme taşıyor. Öykü, yüreğinize dokundukça gözyaşlarınız dışarıya akıyor.

Ferda’nın özlü sözü: Yalnızlığı özlüyorum, kalabalık içinde yapayalnız üşürken ruhum.

Ferda’nın sorusu: Bereket ve lezzetin dondurulduğu derin dondurucuda bir çocuğun yarım kalmış gülüşü, umutları, oyunları ve hayalleri nasıl dondurulabilir?

OYUN DAHA BİTMEDİ, KÜRSÜYÜ TERK ETMİYORUZ!

Çocukluğundan beri hayali “kamusal bir kütüphanede tam zamanlı yaşamak” olan Mimar Gül (Doç. Dr. Gül Köksal), öyküsünde Barış Bildirisinden sonraki gelişmeleri ve yaşadıklarını anlatıyor. Özellikle 12 yaşındaki kızıyla birlikte yaşadıkları ve aralarındaki konuşmalar yüreklere dokunuyor. Kızının “ama sen benim annemsin...” sözünün ağırlığı ve özellikle Zindan adlı kompozisyonu adeta yüreğe saplanıyor.

Gül’ün özlü sözü: Ama ben yıkmıyorum ki, koruma uzmanıyım. (Rektörün “siz solcular zaten yakıp yıkmayı bilirsiniz?” sorusuna cevaben)

Gül’ün sorusu: Yeniden sormak isterim; tüm bunlara tanık olan, okuyan, gören bir mimar, koruma uzmanı, bilim insanı olarak sessiz kalmak bu suçların bir parçası olmak değil midir?

BİR KHK’LI AKADEMİSYENİN SON DÖRT YILINDAN FRAGMANLAR

Barış Bildirisini imzalayan akademisyenlerden en çok medya gündeminde olan Cenk (Dr. Cenk Yiğiter), 2013 yılından itibaren günümüze kadar yaşadıklarını ele aldığı öyküsünü 12 fragmanda (bölümde) sunuyor. Bu fragmanlarda bir araştırma görevlisini, bir sendikacıyı, bir eşi, bir babayı, bir mücadele insanını, bir rektöre şimdi olmazsa bile tarih önünde diz çöktürecek bir bilim insanını, duyarlı bir yurttaşı ve her şeyden önce barışsever bir insanı bulmak mümkündür.

Cenk’in özlü sözü: O gün öğrendim aslında gözyaşı dökmeden ağlamanın nasıl bir şey olduğunu. (20 Temmuz 2015 tarihinde bombalı saldırıyla Şanlıurfa Suruç’ta onlarca genç insanın katledilmesini ve yüzün üstünde yaralının olduğunu öğrenince).

Cenk’in soru yerine andı: Evet, bedel ödedik ve günü gelecek hesabını soracağız, sorumluların adil bir biçimde yargılanmalarını sağlayacak ve bedel ödettireceğiz.

BARIŞ KADERİMİZDİR...

Cemile Çağırga, Taybet Ana[5] ve öğrencisi Kader Ortakaya’ya ithaf ettiği öyküsünde Özgür (Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu), 7 Şubat 2017 tarihinde Marmara Üniversitesi’nde kendisi dışında emekli olmayan tüm imzacıların ihraç edilmesini anlamaya çalışarak sorguluyor. O arada duygusal ve düşünsel yaşadıkları ile çelişkili gelişmeleri 10 Ekim günü çıkan KHK ile ihraç edilince netleştiğini dile getiriyor. Arkadaşlarıyla birlikte ihraç edilmemiş olmanın kendisinde yarattığı rahatsızlığı samimiyetle ve empati (duygudaşlık) kurarak sadece arkadaşlarının yaşadıklarını değil, aynı zamanda ülkenin Doğusunda ve Batısında yaşanan olaylara duyarlı bir aydın kimliğiyle göstermeyi başarıyor. Ayrıca görgü tanıklarının ifadelerine göre askerlerin açtığı ateş sonucu hayatını kaybeden öğrencisi Kader Ortakaya’yı anmadan da geçmiyor.

Özgür’ün özlü sözü: İşsiz kalmak ihraç edilmenin belki de en somut sonucuydu. İhraç edilen diğer arkadaşlar gibi ben de artık işsizdim.

Özgür’ün sorusu: Bu hakların hemen tümü ihlal edilirken sessiz kalırsam, bunları öğrencilere hangi yüzle anlatacaktım? (Uluslararası insan hakları sözleşmelerini kast ederek).

NASIL AKADEMİSYEN KALAMADIM?

Kassel (Almanya) Üniversitesi’nde burslu çalışmaya başlayan Tolga’nın (Dr. Tolga Tören) Mersin Üniversitesi’ndeki öğrencilerine ithaf ettiği öyküsü Barış Bildirisinin yayımlanmasından sonraki gelişmeleri ve Mersin Üniversitesi’ndeki imzacıların yaşadığı sorunları içeriyor. Bildiriyi haksızlıklarla dolu, ama bir o kadar haklılık barındıran son bulma hikâyesi olarak niteler. Haksızlıklarla dolu; çünkü ihraçlar, soruşturmalar, tehditler, baskılar ve hakaretler var. Haklılıklarla dolu, çünkü yaşanılan insan hakları ihlalleri karşısında bedel ödense de vicdani bir sorumluluk yerine getirilmiştir.

Tolga’nın özlü sözü: Derdimiz, tasamız budur: Savaşı durduramamış olmak...

Tolga’nın sorusu: Ve hepsinden önemlisi, o karşı çıkılan, “suçlarına ortak olunmayan” savaşın toplumda yarattığı travma, ayrışma, umutsuzluk, öfke nasıl giderilecekti?

UNUTMAK İSTEDİĞİM ŞEYLER

Yıllarca halk sağlığı için çalışan ve toplumsal barış için haykıran Nilay’ın (Prof. Dr. Nilay Etiler) öyküsü gelecekte unutulmak istenen, ancak unutulmayacak ve ders alınacak bir hikâye olacaktır. Bildirinin imzalanmasından sonra Kocaeli Üniversitesi’nde imzacıların yaşadıkları ve özelde yaşanılanlar; örneğin gözaltına alınma süreci, sorgulamalar, soruşturmalar, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve sonrası, OHAL dönemi, ihraçlar, tepkiler, oda boşaltmalar, Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) gibi sözle ifade edilebildiği kadarıyla, ancak etkileyici bir anlatımla sunuluyor.

Nilay’ın sorusu ve özlü sözü: Peki, hikâyeler nasıl biter? Kötüler kaybeder, iyiler kazanır. Öyle olacak, kötülük kaybedecek iyilik kazanacak!

MECBUREN İSTANBUL

Diyarbakır ile İstanbul’u uzun süre bir arada yaşayan Mustafa Oğuz (Yrd. Doç. Dr. Mustafa Oğuz Sinemillioğlu), öyküsünde Barış Bildirisinin imzalamasının hayatında çok şeyi değiştirdiğinden bahsediyor. Bunlardan en önemlisinin Diyarbakırlıların (kendi deyimiyle: Diyarbekirlilerin) gözünde yurtsever oluvermesidir. Oysa genelde Diyarbakır’da “Türk” ve İstanbul’da “Kürt” olarak görüldüğü çelişkisini yaşamıştır. Başından geçen ilginç birkaç olaya yer verdiği öyküsünde ayrıca batıl inançları olmamasına karşın, her kötü olay öncesi sol gözünün seğirmesinden, ihraç haberinden sonra tereddütlerde kalmasını ve sorunları kızına yansıtmadan ayakta kalma uğraşısını esprili üslubuyla anlatıyor.

Mustafa Oğuz’un özlü sözü: Haklı olmak hayatta kalmak anlamına gelmiyordu...

Mustafa Oğuz’un sorusu: Akademisyendim ve devlet memuruydum... Oysa şimdi ikisi de elimden alınıyordu, ne yapmalıydım? En önemlisi nasıl yaşayacaktım?

BARIŞ DİYENLER, YANARTAŞ'IN ATEŞİNDE...

Antalya’nın yerlisi Hafize’nin (Yrd. Doç. Dr. Hafize Öztürk Türkmen) Nâzım Hikmet’in Kuvâ-yi Milliye’sindeki “Başlangıç: Onlar” kısmının ilk dizeleriyle[6] giriş yaptığı öyküsü üçüncü tekil kişi ağzından kendisiyle birlikte sekiz kişi sadece adlarıyla zikredildikten sonra başlıyor.[7] Yolların birleştiği bu kentte bu sekiz kahraman Yanartaş (Antalya/Kemer) olarak adlandırılan Olimpos Dağı’nın tepesinde buluşacaklar. Hafize, buluşma yerine arabasıyla giderken geri dönüş tekniğiyle yaşadıklarını (soruşturma, doçentlik sözlü sınavının reddi, ihraç, Antalya Dayanışma Akademisi-AnDa gibi) ve diğer kahramanlar hakkındaki düşüncelerini edebi dille anlatıyor. Sonunda Yanartaş’ın dibinde buluşulur. Herkes gelince tırmanma gerçekleşecektir.

Hafize’nin özlü sözü: Akademisyenler için dayanışmanın, kendilerini var kılmanın temel yöntemlerinden biri bilimsel çalışmaların kampüs dışında da sürdürülmesi, bilginin toplumla doğrudan paylaşılmasıydı.

Hafize’nin sorusu: Bu bağlamda hukuk devleti olduğu anayasada belirlenmiş bir ülkede, bir bildiriye imza atmış olmak nasıl suç sayılır?

OLAY'IN ÇAĞIRDIĞI BEN/BİZ HAKKINDADIR

Kendini “ezenlerce damgalanmış ama bir hakikat sürecinin öznesi” olarak niteleyen Nejla (Prof. Dr. Nejla Kurul), “Olay’ın Çağırdığı Ben/Biz Hakkındadır” (s. 199-223) öyküsünü bir bilimsel makale biçiminde kaynakçasını vererek dört alt başlıkla sunuyor. Öykü; yaşanılanların “olay”, öznesinin “ben/biz”, imza atmanın “çağrıya evet demek” ve aslolanın “olaya sadık kalmak” olduğu bir zihinsel ve duygusal deneyimi ele alıyor. Başarılı bir anlatım tekniği ile duygular, düşünceler, deneyimler ve yergiler sözcüklerle kurulan bütünlükte takdim ediliyor.

Nejla’nın özlü sözü: Her geçen gün daha çok hissettiğim şey şuydu, BEN yoktu ya da BİZ’e bağlanmış bir BEN vardı.

Nejla’nın sorusu: Duyguları, birikimleri, öz güçleri, yetenekleri ‘yok hükmünde sayılmış’, varlığı azaltılmak istenmiş, hatta “sivil ölüm”e terk edilmiş bir insan özne olarak ne yapmalıyım?

BARIŞ İMZACILARI DAVASI

Anayasa Hukuku pîri İbrahim Hoca’nın (Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu) yazısı kitaptaki diğer öykülerden farklı olup İstanbul Çağlayan Adliyesi 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 27 Aralık 2017 tarihinde yaptığı savunmanın (44 sayfa, 8 bölüm) kısaltılmış biçimidir.[8] 

İbrahim Hoca’nın özlü sözü: Unutmamak gerekir ki insan hakları düşüncesi evrenseldir, ama uygulama ve eylem (saygı veya ihlal) yereldir.

İbrahim Hoca’nın sorusu: Eğer dava konusu “toplu” bildiri ise, davalar neden “tekil” hale getirildi?

Sonuç olarak ortak bir çalışma ve dayanışmanın ürünü olan Akademisyenlerden KHK Öyküleri kitabı edebi dil ve öyküsel anlatım tarzında sunulmuştur. Özellikle kimi öykücülerin bunda çok başarılı olduklarını söylemeliyim. Anlatım tarzı olarak kimi yerlerde kurguya başvurulsa da bu öyküler gerçek yaşam öyküleridir. Sadece anlatanın/yazanın değil, bir yönüyle benim, senin veya hepimizin öyküsüdür. İçinde yaşadığımız ülkenin, ülkemizin son yıllarda acıyla yoğrulan öyküsüdür. Bu nedenle okurken yürek dokunuşları kurgusal öykülerdeki gibi geçici değil, kalıcı olacaktır. Son söz olarak yine Şükrü Erbaş’ın yukarıda zikrettiğim şiirsel yazısındaki şu özlü sözüyle noktalıyorum: “Susmak yalnızlığın ana dilidir Ömür Hanım, şiiridir, beni konuşmaya zorlama ne olur.”[9]

[*] Doç. Dr., Barış Bildirisi imzacısı, 7 Şubat 2017 tarihli 686 sayılı KHK ile ihraç edilmeden önce Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışıyordu.

[2] 11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuyla paylaşılmış olan metnin ilk imzacıları 1128 olup 20 Ocak 2016 tarihinde bu sayı 2212 kişiye ulaşmıştı. Bunlardan 467 kişi kamu görevinden uzaklaştırılmıştır. Ayrıntı için bakınız: barış için akademisyenlerin internet sayfası (https://barisicinakademisyenler.net/) veya Kerem Altıparmak - Yaman Akdeniz, Barış İçin Akademisyenler: Olağanüstü Zamanlarda Akademiyi Savunmak, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017.

[3] Kişilerin başka vasıfları olmasına karşın burada bir kitap söz konusu olduğu için hepsine “yazarlar” ifadesini kullanmayı tercih ettim.

[4] Şükrü Erbaş, Toplu Şiirler 1, Kanguru Yayınları, Ankara, Mart 2008; s. 255.

[5] Cemile Çağırga 10 yaşında bir kız çocuğuydu. 7 Eylül 2015 tarihinde Cizre’nin Cudi Mahallesi’nde evinin önünde öldürüldükten sonra annesi tarafından cesedi üç gün boyunca derin dondurucuda saklanmıştı. Taybet Ana veya tam adıyla Taybet İnan 19 Aralık 2015 tarihinde Silopi’de öldürülmüş, cenazesi yedi gün boyunca yerde kalmış, kaldırılamamıştı.

[6] Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam Yayınları, İstanbul, 1987; s. 11.

[7] Adların öyküde veriliş sırasına göre imzacı akademisyenler (Akdeniz Üniversitesi) unvan ve soyadlarıyla şunlardır: Prof. Dr. Taha Karaman, Prof. Dr. Nursel Şahin, Doç. Dr. Cumhur İzgi, Yrd. Doç. Dr. Suzan Yazıcı, Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık, Doç. Dr. Süleyman Ulutürk, Prof. Dr. Erdal Gilgil.

[8] Metnin tamamı için kitapta da verilen şu adreslere bakılabilir: https://m.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/192654-prof-kaboglu-nun-44-sayfalik-savunmasi

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/890920/iste_Prof.Dr.Kaboglu_nun_salonda_alkislanan_savunmasinin_tam_metni.html

[9] Şükrü Erbaş, Toplu Şiirler 1, Kanguru Yayınları, Ankara, Mart 2008; s. 257.