Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin yağmur, kar, fırtına, çöl sıcağı demeden rektörlüğe sırtlarını çevirerek üniversitenin neredeyse iki yıldır atanmış bir rektör tarafından keyfi şekilde yönetilmesini Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz demelerinin 424.günü.
Geçtiğimiz günlerde üniversitenin çok sevilen hocalarından biri ve Bilgi Teknolojileri Kurulu (BTK) üyesi Prof. Dr. Tuna Tuğcu’nun 3 ay daha görevden uzaklaştırılmasına karar verildi.
Haziran ayında BTK üyesi dört öğretim üyesi -Prof. Dr. Yavuz Akpınar, Prof. Dr. Emre Otay, Prof. Dr. İbrahim Semiz ve Prof. Dr. Tuna Tuğcu- hakkında ceza ve disiplin soruşturmaları açılmış ve üç ay süreyle görevden uzaklaştırılmışlardı.
Öğrencilerine programlamayı sevdiren, insani yönü, çalışkanlığı ve özverisiyle de kendisinden hep övgüyle söz edilen Tuna Tuğcu’nun akademiye gelişi, derslerini alacak lisans öğrencileri, nano-networking (nano ağ yapılanması) araştırma grubundaki 18 lisansüstü öğrencisi, tez öğrencileri ve meslektaşları tarafından dört gözle bekleniyor.
Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Cevza Sevgen, Prof. Alpar Sevgen, Prof. Yaman Barlas, Prof. Ünal Zenginobuz, Prof. Faruk Birtek, Prof. Sumru Özsoy, Can Candan ve daha niceleri gibi onun da yokluğu üniversite için büyük kayıp.
2020-2021 yılları arasını kapsayan Akademik Özgürlükler Raporu’nu hazırlayan Bilim Akademisi Yönetim Kurulu bildirgesine göre; “Akademisyen ve araştırmacılar üzerindeki baskılar kişilik ve çalışma haklarını da ihlal etmekte, akademik özgürlükler için ciddi risk oluşturmaktadır.”
Prof. Alpar Sevgen, tüm bu yaşananların anayasanın 130 ve 131. maddelerinde korunan üniversitelerin bilimsel özerkliğine ve kamu yararı gözetme mecburiyetine -kamu tüzel kişiliği dolayısıyla- aykırı olduğunu söylüyor ve soruyor:
“Birçok öğretim üyesinin derslerinin engellenmesi, öğrencilerin bu dersleri alma, yani eğitim öğretim haklarının engellenmesi anlamına geliyor. Bu kamu yararına mı zararına mı?”
Bu duruma karşı çıkan Boğaziçili akademisyenlerin vurguladığı şey şu:
Rektörler üniversite yönetiminde birer idari memurdur, akademik yetki bölüm kurullarındadır. İdari memur olan rektörün yetki gaspı ile her konuda akademik kararlar alması ise “kamu zararı” oluşturuyor. Bir yandan da üniversitenin öğretim ve araştırma kalitesinin olduğu kadar akademik başarısının da kaçınılmaz olarak düştüğü, en iyi öğrencilerin iyi eğitim alma haklarından mahrum kaldığı bir ortam doğuyor.
Yani; akademik konularda, hangi dersin açılacağı veya hangi kadroya kimin alınacağında yetki akademik birimlerde olmalı; tepeden inmeci bir yaklaşım dayatmak yerine söz konusu bölümlerin kararlarını ve taleplerini hayata geçirmeye çalışmalı.
Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun zamandır çok değerli araştırmalar gerçekleştirmiş olan Bizans Araştırmaları Merkezi’nin apar topar Kuzey Kampüsü’nde küçücük bir odaya taşınması, üniversiteye getirdiği yüksek meblağlı fonlar düşünüldüğünde, araştırma kalitesinin düşmesi anlamına geliyor.
Bu sorun kuşkusuz bize özgü de değil. Ancak diğer ülkelerle yapılacak bir kıyaslama, Türkiye’nin kendisini hangi ligde –illiberal demokrasi mi, çağdaş, özgürlükçü, Batı demokrasisi mi- gördüğü konusunda da net bir tablo ortaya koyacak.
Avrupa Parlamentosu, geçtiğimiz günlerde bir karar tasarısıyla Macaristan'ın yönetim şeklini “seçimli otokrasi” (electoral autocracy) şeklinde tanımlarken, Macaristan'ın AB'nin kurucu değerlerini sistemik olarak ihlal ederek, demokratik olarak yönetilmediğine vurgu yaptı. Karar tasarısında, ülkedeki akademik özgürlüklerdeki geri gidişe de atıfta bulunuldu.
Avrupa Adalet Divanı, Macaristan’ın Orta Avrupa Üniversitesi CEU’nun (Central European University) merkezinin Budapeşte’den Viyana’ya taşınması konusunda yaptığı baskının AB hukukunu ihlal ettiğine karar vermişti.
Macaristan, AB üye ülkeleri arasında akademik özgürlüklerin en çok sınırlandığı ülke. Geçtiğimiz yıl meclis, 11 üniversiteyi, Başbakan Viktor Orban’a yakın isimlerin başında olduğu vakıfların denetimi altına almıştı.
Macar akademisyenlerin bir kısmı susuyor, bir kısmı da beyin göçü istatistiklerinde birer sayıya dönüşüyor.
Friedrich-Alexander-Universität Erlangen-Nürnberg’in bu yılın mart ayında yayınladığı son Akademik Özgürlükler Endeksi’nde Macaristan birçok Afrika ülkesinin gerisine düşüp C statüsünde yer aldı.
Endeks’e göre, akademik özgürlüklerin zayıflamasından dünya nüfusunun yüzde 37’si olumsuz etkileniyor. 2011-2021 yılları arasında akademik özgürlüklerin en çok azaldığı ülkeler ise Brezilya, Hong Kong, Hindistan ve Türkiye.
Polonya’da ise muhafazakâr hükümet, bir süredir hükümetin politikalarıyla ters düşen ders ve araştırmaları kaldırmaları konusunda bazı akademik kurumlara baskı yapmakla suçlanıyor.
Polonya’da iki yıl önce ortalığı ayağa kaldıran kürtaj yasağı kararına karşı öğrencilerin protestolara katılmaları için o günün derslerini iptal eden üniversiteler, Eğitim Bakanı tarafından sert bir şekilde eleştirilmişti.
Aynı eğitim bakanı, geçtiğimiz yıl ülkedeki yüksek eğitim kurumlarına egemen olan “sol-liberal görüşlerin diktasının” sona erdirilmesi gerektiğini, Nasz Dziennik gazetesine verdiği bir röportajda dile getirmişti.
Polonya’da son dönemde toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda üniversitelerde açılan ders programlarının da, “LGBTİ+ ideolojisini” gençler arasında yaydığı iddiasıyla kapatılması yönünde yoğun bir baskı olduğu medyaya yansıyor.
Avrupa Parlamentosu ise, akademik özgürlüklerin AB antlaşmalarına dahil edilmesini istiyor. Yani, üniversitelerin otonomisi ve araştırma özgürlüklerini sınırlandıran bir ülke doğrudan AB karşısında hesap verebilir hale getirilmeli, bir nevi “gözü önceden korkutulmalı”.
Peki akademik özgürlük nedir?
Eğitimcilerin etik, sorumlu ve profesyonel şekilde kendi alanlarındaki hakikati arama ve bulma, araştırmalarını sürdürme ve öğrencilerine ders anlatma süreçlerinde özgür olmalarıdır. Bunu pratiğe tercüme edersek üniversitede herhangi bir bölümün program derslerini oluşturma, dersleri kimlerin vereceğini kararlaştırma, seminer verecek kişileri belirleme, araştırma konuları gibi yetkileridir. Bu yetkiler idari memurlar olan dekanlar, rektörler ile paylaşılamaz.
Akademik özgürlük, tek ve mutlak bir doğrunun varlığını reddederek müzakere ortamını ve bilimin üstünlüğünü evrensel kurallar temelinde her zaman savunmaktır.
Akademik özgürlük, demokrasinin bir diğer asli bileşeni olan ifade özgürlüğünün “ikiz kardeşidir”.
Akademik özgürlük, demokrasi kültürünü sürdürmenin ve korumanın yoludur.
Akademik özgürlük kültürünün olmadığı ortamda, eğitimde diyalog yerine monolog, çoğunluğun uzlaşısı yerine tektipleştirme olur.
Akademik özgürlüğün olmadığı yerde, üniversite “üniversite” olma vasfını kaybeder, “beceri öğretimi dershanesi”ne dönüşür.
Akademik özgürlük olmadan bilim olmaz.
Yargı bağımsızlığı yargı mensupları, basın özgürlüğü basın mensupları veya kürsü dokunulmazlığı parlamenterler için neyse akademik özgürlük de öğretim üyeleri için aynı önemdedir.
Britanyalı filozof ve toplum eleştirmeni Bertrand Russell’ın 21.yüzyıl başında Birinci Dünya Savaşı’na karşı çıkması ve ardından da toplumların cinselliğe bakış açısı ve evliliklere dair o dönemin toplumsal normlarını yerle bir eden görüşlerinden dolayı üniversitedeki görevinden iki kez uzaklaştırıldığını anımsayalım.
Bir yandan da karşımızda olumlu örnekler duruyor.
1907 yılından beri Şikago Üniversitesi’nden toplam 94 öğretim üyesine, mezun öğrencisine veya bu üniversiteyle bağlantılı araştırmacılara kariyerlerinin bir noktasında Nobel ödülü verilmesi, bu üniversitenin akademi dünyasındaki yeri ve akademik özgürlükler açısından ne kadar güçlü olduğunun en açık kanıtı.
Akademik özgürlükler açısından “altın standart” olarak kabul edilen Şikago Üniversitesi’nin kendi içinde zaman zaman yaşanan sorunları da çözmek üzere İfade Özgürlüğü Komitesi var.
Prof. Sevgen’in aktardığına göre, Şikago Üniversitesi’ndeki akademisyenlerin ve öğrencilerin temelde öğrendikleri ve uyguladıkları üç şey var:
(1) Bir konuda sağlam bir fikir geliştirmek,
(2) O fikri eleştiriye açarak savunmak (tabii bu diğer fikirleri eleştirebilmeyi de getiriyor);
(3) O fikrin güç sahibi herhangi bir kimseyi (bölüm başkanı, rektör, vali, siyasetçi) üzebileceği, rencide edebileceği, kızdıracağından çekinmemek, korkmamak.
Geçen sene Londra Üniversitesi’nden Eric Kaufmann’ın çevrimiçi anketler yoluyla hazırladığı bir rapora göre, akademik özgürlükler karşısındaki tehditlerin çoğu artık otosansür veya düşmanca bir ortam yaratılması şeklini alıyor ve Avrupa’da giderek yaygınlaşıyor.
Magna Charta Universitatum ise, 1988 yılında İtalya'nın Bolonya kentinde imzalanan, akademik özgürlükler ve kurumsal özerklik gibi üniversitelerin temel ilkelerini tanımlayan bir buçuk sayfalık kısacık bir belge. Temel İlkeler kısmında özetle şunu söyler:
“Üniversite yaşamının temel ilkesi; araştırma ve eğitimde özgürlüktür. Gerek hükümetlerin gerekse üniversitelerin bu ilkeleri korumaları gerekir. Hoşgörülü ve her zaman diyaloga açık olunması üniversite ortamını, öğretim görevlilerinin bilgi aktarımını en iyi şekilde yapabildikleri, araştırma ve yenilik aracılığıyla bilginin geliştirilmesini sağlayabildikleri ve öğrencilerin bu bilgilerle kendilerini zenginleştirmelerine de olanak tanıdıkları ideal bir toplanma zemini haline getirir.”
Hayatın her alanında, siyasi görüşlerimizden, kimliklerimizden, önceliklerimizden bağımsız olarak ihtiyacımız olan tek şey “özgürlükler”. Ve bu özgürlükleri de amasız, fakatsız, koşulsuz savunabilmek bizi çağdaş dünyanın bir parçası haline getirir. Değerli ekonomist Emin Çapa’nın çok sevdiğim bir sözü var: “Sadece bilim ve akıl bizi robot yapar. Sadece vicdan bizi Pollyanna yapar. Akıl, bilim ve vicdanla kalın.”
Eleştirel, sorgulayıcı ve hür bir ortamda yeşerebilen akademik özgürlükler işte bilim, akıl ve vicdanın bir bileşkesi aslında. Biri olmayınca diğeri olmuyor. Akademik özgürlükler olmazsa, ekonomide de siyasette de ortaya konan tüm hedeflerin bir yanı hep eksik, hep kırgın, hep yaralı kalıyor.