Geçenlerde üç üniversite, toplamda 200 akademisyen ve idari
personelini topluca işten çıkararak haber konusu oldu. Ciddi bir
akademik kıyım başladı, devamı gelecek. Biliyorum, başka
üniversiteler de güz dönemi başlamadan onlarca akademisyeni işten
çıkarmaya hazırlanıyor, çoğuna tebliğleri yapıldı bile.
Görünen iki sebep var. İlki altı aydır yaşanan pandemi süreci ve
uzaktan eğitime geçilmesi. Değişen ne? Özel üniversiteler (vakıf
demeyi tercih etmiyorum) öğrenciden dönem parasını yine tam aldı,
gelirlerinde düşme olmadı. Tam tersine araç servislerinin iptali,
bina bakımı, elektrik, su gibi rutin giderler ve kimsenin pek
konuşmadığı temizlik görevlilerinin işlerine son verilmesi ile
gelirleri daha da arttı. Ne olur bilinmez ama mevcut şartlara
bakılırsa uzaktan eğitime devam edilecekmiş gibi duruyor ve
üniversitelerin gelirlerindeki bu artış devam edecek.
İkinci ve belki de asıl sebep ise YÖK’ün devlet ve özel
üniversitelerde çalışanların eşit ücretli maaşa tabi tutulması
yönünde karar alması. Aslında sırf bu karar bile özel
üniversitelerde yıllardır süren akademik emek sömürüsünün
göstergesi. Özel üniversitelerin bu karar karşısında tavrı akademik
kadroların seyreltilmesi, kalanlar üzerinde ders ve idari iş
yükünün artması, akademisyenleri mevsimlik işçiye indirgeyen ders
saat ücretlerine mahkûm etmesi oldu. YÖK’den bu konuda bir ses
çıkmıyor, YÖK verdiği kararın sorumluluğunu almaktan kaçınıyor.
Tabii şu unutulmamalı: Türkiye’de yüzlerce akademisyen bir
gecede çıkarılan KHK’lar ile işlerini bir daha asla yapamayacak
durumu düştü ve sivil ölüme mahkûm edildiler. Bu siyasi kıyımın
arkasından şimdi de zaten sürmekte olan neo-liberal ekonominin
akademik kıyımı güçlü bir ikinci dalga olarak üniversitelerin içini
boşaltmakta.
Peki, bütün bunlar akademisyenler ve eğitim açısından ne anlama
geliyor?
Akademide iş imkânları diğer sektörlere benzemez.
Üniversitelerde sözleşmeler yaz aylarında yenilenir ve güz
döneminin kadroları belirlenir. Bu senede sadece bir defa iş bulma
imkânı demektir. Yani şu an çıkarılanlar, çıkarılacaklar için kötü
bir zaman; hemen iş bulmaları imkânsız. Önlerinde en az bir yıllık
işsizlik süreci var. Akademik kıyımın devam edeceği düşünülürse, bu
sürenin uzayacağı kesin.
Sorun yine YÖK’de. Bir bölümün açılması için en az üç kadrolu
akademisyenin bulunması yeterli. Geri kalan ihtiyacın ders saat
ücret olarak doldurulması ile ilgilenmiyor. Düşünün koca bir
bölümün yükü sadece üç insanın üzerinde. Nasıl bir bölüm olacak,
eğitim politikası nedir, lisansüstü programlar nasıl desteklenecek,
bilimsel araştırmalar nasıl yapılacak gibi sayısız soru, esas
olarak rektörlüklerin tepeden inme kuralları ve sadece üç kişinin
emeği ile oluşuyor.
Ders saat ücretli hocanın-akademisyenin üniversite ile bağı ise
neredeyse hiç yoktur. Eğitimin kalitesi, programların oluşturulması
ile ilgilenmezler, bilimsel çalışmalara dâhil olamazlar. Hatta
geçinebilmek için en az iki üniversitede ders vermek zorundadırlar
ki, dönem arası ve yazın çalışmadıkları ayları
destekleyebilsinler.
Eğer uzaktan eğitime geçilirse gözümün önüne şöyle bir resim
geliyor: Sabah kalkan akademisyen salondaki masasına oturuyor,
bilgisayarın başına geçiyor, sabah bir üniversite, öğleden sonra
bir üniversite, akşam eğitiminde başka bir üniversitede ders
veriyor. Fiziksel gerçekliğin varlığını, anlamını yitirmiş durumda.
Hatta akademisyen muhtemelen o an hangi üniversitede hangi dersi
verdiğinin bile bilincinde değil.
Uzaktan eğitimin üniversiteler için şöyle bir kazancı
akademisyen için şöyle bir kaybı oldu: Daha öncesinde üniversiteye
girerken kapıda kart basılması çok tartışma konusuydu. Oysa
akademisyenlik 9-6 bir iş değil. Okunacak, çalışılacak, makale
yazılacak, bilimsel araştırma yapılacak. Bu, üniversitede kişinin
fiziksel varlığını aşan bir durum. Zaten üniversitelerin sunduğu
fiziksel imkânlar da yetersiz, bir odada üç dört kişi otururken bu
tür çalışmaların yapılması mümkün değil. Yeni koşullarda iş eve
taşındı, ev işgal edildi. Artık üniversitenin pek desteklemediği,
bireysel çabalarla yapılan akademik çalışmalar çok daha
zorlaştı.
Ayrıca akademisyenin fiziksel varlığının kontrolü uzaktan eğitim
ile daha da arttı. Bütün dersler kayıt altında; hem süre hem de
ders içerikleri doğrudan kontrol edilebiliyor. Çok uzun zamandır
mevcut siyasal iklimde akademisyen her sözünü iki defa düşünerek
söylüyordu, otokontrol herkesi ele geçirdi. Bire bir dersin kaydı
ise bütün derslerin milli ve yerli olmasını zorunlu kılıyor. Geçmiş
olsun; bu, eleştirel düşünceye vurulan nihai darbe.
Tabii tüm bunlar çok ciddi bir duygusal yük getiriyor.
Üniversite ile bağı kopmuş, süresiz belirsizliğe ya da ders saat
ücretine mahkûm olmuş akademisyenin doğal olarak dersi ile bağı da
kopuyor, dersin kalitesi düşüyor, ders her sene tekrarlanan teknik
bir nitelik ediniyor.
Bütün bunların toplamı şu anlama geliyor: Özelleştirilen ve
ticarileşen eğitim mantığı ile öğrencilerin on binlerce ücret
ödediği bu kurumlar artık basit birer meslek lisesinden fazlası
değiller. Hatırlayın, dört yıl önce bir akademisyen, bir profesör,
Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Bülent Arı, "Okuma
oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halka
güvendim" demişti. Böyle bir ortamda üniversite mezunu olmak
cehalete engel değil. Ve iktidarın eğitim politikası nihayet
amacına ulaştı.
En son şunu söyleyeyim. Ben de koşullardan azade değilim.
Ülkenin mevcut siyasal ortamında derste söyleyemediğimi artık
burada yazarak anlatıyorum. Ve bu bana her tür akademik çalışmadan
çok daha anlamlı geliyor.