Akademinin yıl sonu karnesi

Türk üniversitelerinin büyük bir çoğunluğunda öğrenciler bitirdikleri programların, ellerine aldıkları diplomanın onları bir yere getirmeyeceğini düşünüyor. Üniversitelerin işletme, rektörlerin patron, öğrencilerin müşteri ve öğretim üyelerinin prekarya olduğu bir yapı içinde geçer akçe bilgi değil, diplomayla, ortalamayla, okulun adıyla ölçülen etiketler oluyor, bilginin, bilimsel bilginin ise esamesi okunmuyor.

Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Bir akademik yıl daha sona ererken, sistemin eksikliklerini ve yapısal sorunları bir süreliğine bir kenara bırakıp eğitim sürecinin hedeflerine ne kadar ulaştığını, bu süreçte yer alan aktörlerin ne kadar etkin olduklarını ve kullanılan eğitsel araçların ne kadar işlevsel olduğunu değerlendirmek gerek. Eğitim alanındaki teknolojik gelişmeler hem eğitim sürecinde hem de eğitimin etkinliğini ölçmeye yönelik performans göstergelerinin ve akreditasyon kriterlerinin analizinde yaygın olarak kullanılıyor, ancak bu değerlendirmelerin ne kadar gerçekçi olduğunu anlamak için Türkiye yükseköğretim sisteminin büyük resimde, yani eğitim alanındaki evrensel gelişmelerde nerede durduğuna bakmak gerek.

NASIL ÖĞRETİYORUZ?

Yapılan eğitim reformlarına, ortaya çıkan alternatif eğitim modellerine rağmen üniversitelerin çoğunda klasik eğitim yaklaşımının dışına çıkmak, deneysel yaklaşımlarla fark yaratmak mümkün görünmüyor. Öğretim üyeleri bir dönemde belli bir ders saati boyunca öğrencilere müfredata uygun metinler çerçevesinde bilimsel disiplinin temel yaklaşımlarını, kuramcılarını, tarihsel gelişimini ve bu alanda kullanılan araştırma yöntemlerini öğretiyor. Eğitim sürecinin hedeflenen bilgi aktarımını sağlayıp sağlamadığı ise genellikle vize ve final sınavlarıyla, bunun dışında öğretim üyelerinin iş yüküne bağlı olarak quizler, ödevler, sunumlar ya da projelerle ölçülüyor. Ancak çoğu zaman ders yükü, bürokratik işler ve idari görevler, bunun dışında atama ve yükseltmelere yönelik yayın yapma baskısı öğretim üyelerinin derslerine verdiği ağırlığı ve genel performanslarını olumsuz etkiliyor.

En az nasıl öğrettiğimiz kadar önemli bir başka soru ise ne kadar öğretebildiğimiz sorusu. Yıllar yılı ezberci eğitimi eleştirdik, iş başa düştüğünde ezberciliği ne kadar aşabildik? Bilgi teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte yukarıda tanımlanan skolastik yöntem daha da fazla sorgulanmaya başladı; öğretim üyelerine ve hatta üniversite sistemine gerçekten ihtiyaç olup olmadığı dahi dile getirildi. Oysa bugün bilginin en ulaşılabilir ve en kirli olduğu çağda, bilimsel otorite doğru bilgi ve bilimsel bilgiye ulaşmak için daha da önem kazanmış durumda. Burada asıl mesele skolastik yöntemin yerine bilgi teknolojilerini koymak değil, bilgi teknolojilerini öğretim üyelerinin ve öğrencilerin etkin kullanmasını sağlamak, eğitimin hiyerarşik ve tek yönlü bilgi akışına dayalı yapısını kırarak demokratik ve karşılıklılığa dayalı bir ortamda öğrencilerin analiz ve sentez becerilerini artırmaktır.

Üniversitelerde öğretim teknolojileri konusunda yavaş da olsa altyapı yatırımlarından ve gelişmelerden söz etmek mümkün. Moodle, Blackboard gibi platformlar yaygın olarak kullanılıyor. Bu platformlarda iletişim, tartışma, bilgi ve belge paylaşımı gibi çeşitli etkinlikleri yürütmek mümkün. Bunun dışında belli konular için hazırlanan yazılımlar ve programlar da öğrencilere yaparak, yaşayarak öğrenme imkânı yaratıyor. Dolayısıyla eğitimde dijitalleşmeye yönelik açılımlar söz konusu, ancak bu açılımların etkin kullanılması için insan kaynaklarının verimliliğini artırmaya yönelik imkanlarla desteklenmesi gerekir. Öğretim üyesinin artan sorumlulukları, artan öğrenci sayılarına karşılık azalan kadrolar, artan yayın baskısı öğretim üyelerinin öğretim teknolojilerini kullanmaya yönelik hazırlık yapmasına imkân tanımıyor. Bu noktada üniversiteler altyapı, insan kaynağı ve öğrenme çıktılarını da kapsayan bütünlüklü yaklaşımlar geliştirmekle sorumlu.

NE ÖĞRENDİĞİMİZİ NASIL ÖLÇÜYORUZ? BOLOGNA KRİTERLERİ, PERFORMANS DEĞERLENDİRME

Bologna süreci, 1999 yılında İtalya’nın Bologna Üniversitesi’nde yürütülen görüşmeler sonunda imzalanan bir anlaşma ile başlamıştır. 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimde tek bir standarda ulaşmasını hedefleyen bu süreçte belirlenen kriterler, eğitim sürecinde kullanılacak araçların öğrenme sürecindeki etkisini ve öğrenme çıktılarını ölçmeye yöneliktir. Toplam değerlendirmede ise derslerin müfredattaki ağırlıkları ile programın ağırlık noktaları belirlenmektedir. Kredi sistemindeki hesaplamalar yapılan işlerin çeşitliliği ile bir ders için harcanan toplam zamana dayalı bir hesaplamanın sonucunda ortaya konmaktadır. Türkiye 2001 yılında Bologna kriterlerini uygulamaya alan ülkelerden biri olmuştur.

Bologna kriterleri, eğitimin işlevselliğini, eğitsel amaçlar için doğru araçların kullanılıp kullanılmadığını ölçüyor; ancak içeriğe, yani bilimsel bilginin ne derece aktarıldığına dair bir değerlendirme yapamıyor. Birçok başka sayısal ölçütte olduğu gibi Bologna kriterlerinde de ölçümü araç değil amaç edinen bir yaklaşım söz konusu. Böyle olunca öğrencilerin Bologna kriterlerini karşılayan bir eğitimle ne yapabileceklerine dair sorular cevapsız kalıyor. Sorun yalnızca Türkiye için değil, Bologna kriterlerine dahil olan tüm ülkeleri göz önüne aldığımızda, eğitim-öğretim standartlarında uygulamaya dair bir yakınlaşma söz konusu olsa bile bilimsel performans söz konusu olduğunda tarihsel birikimin ve teamüllerin yeni ve teknolojik ölçümlerden daha fazla geçerli olduğu görülmektedir.

AKREDİTASYON NE KADAR GERÇEKÇİ?

Üniversitelerin genel performansını ölçmeye yönelik bir başka değerlendirme ise uluslararası kuruluşlar tarafından yürütülen akreditasyon süreçleri ve bunun sonucunda üniversitelerin uluslararası kalite standartlarını sağlamasıdır. Uluslararası kuruluşların değerlendirmeleri üniversitelerin yönetişim yaklaşımlarından öğrenme çıktılarını izlemelerine, öğrencilerin ders değerlendirmelerinden üniversitelerin mezunlarla ilişkilerine, uluslararası etkinliklerden yayın sayılarına kadar birçok göstergeyi kapsamaktadır. Bugün Türkiye’de birçok üniversite uluslararası saygınlık kazanmak adına uluslararası akreditasyon kuruluşlarına on binlerce dolar akıtıyor. Özellikle yeni kurulan vakıf üniversiteleri, akademik piyasada varlık göstermek ve rekabet gücünü artırmak için akreditasyonu bir pazarlama aracı olarak kullanıyor.

Türkiye’deki üniversitelerin, özellikle de son yirmi yılda açılmış taşra üniversitelerinin akreditasyon peşinde koşması, mahalle bakkalının sermayesini İstanbul borsasında halka arz etmesi gibi bir durum. Türkiye’de istisnasız bütün üniversiteler altyapı, insan kaynağı ve beşeri sermaye sorunuyla karşı karşıyayken, üstelik sıklıkla dile getirildiği gibi ilk 500 üniversite arasında giren Türk üniversitesi yokken, uluslararası standartların peşinde koşmak ciddi bir kaynak israfı, aynı zamanda buna ayrılan mesai göz önüne alındığında insan kaynağının kötüye kullanımı. Akreditasyon sürecinde yapılan değerlendirmeler ve bu sürecin sonucunda bir üniversitenin uluslararası standartlara uygun görülmesi, verdiği eğitimin bilimsel olduğunu ya da dünya standartlarında olduğunu göstermiyor. Akreditasyon için harcanan para bilimsel araştırma projelerine, laboratuvarlara, deneylere harcanmalı, bilim insanlarının üzerindeki bürokratik yük azaltılmalı ki gerçek anlamda bilimsel üretime vakit ve enerji kalsın. Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayılarına, öğrenci başına düşen kütüphane kaynak sayısına, mezunların bölümleriyle ilgili alanlarda istihdam edilme durumuna, akademik personelin eğitim ve araştırmaya harcadığı zamanlara bakıldığında Türk üniversitelerinin herhangi bir standardı karşılaması mümkün değildir.

Sözün özü: Olması gerek tüm altyapının, tüm eğitsel girdilerin tam olduğu varsayılsa bile eğitimin öğrenmeyle sonuçlanması için eğitim sürecinin içinde yer alan tüm aktörlerin etkin bir biçimde üzerine düşeni yapması gerekir. Öğretim üyelerinin verecekleri eğitim için ön hazırlık yapması, araştırma yapması, bilgi teknolojilerini etkin bir biçimde kullanabilmesi, öğrencileri için ölçme ve değerlendirme araçlarını uygun bir biçimde hazırlaması gerekir. Oysa artık insani sınırları aşan iş yükleri söz konusu olduğunda birçok öğretim üyesi tükenmişlik sendromu, depresyon ve benzeri ruhsal sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Öğrencilerin derslerine hazırlıklı gelmesi, okumaları, araştırmaları, analitik sorular sormaları, öğrenmeye açık olmaları gerekir. Gerçekte ise Türk üniversitelerinin büyük bir çoğunluğunda öğrenciler bitirdikleri programların, ellerine aldıkları diplomanın onları bir yere getirmeyeceğini düşünüyor. Üniversitelerin işletme, rektörlerin patron, öğrencilerin müşteri ve öğretim üyelerinin prekarya olduğu bir yapı içinde geçer akçe bilgi değil, diplomayla, ortalamayla, okulun adıyla ölçülen etiketler oluyor, bilginin, bilimsel bilginin ise esamesi okunmuyor.

*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü