Evimden uzakta, bir hastanenin bahçesinde başladım bu yazıya. Aynı hastanenin odalarından birinde tamamlıyorum. O bahçede, binanın gölgesinde bir bankta otururken ağustos güneşinin kuruttuğu yaprakların rüzgârın ritmine denk savruluşlarına takılıyorum. Savruluş, sürükleniş, rüzgârın şerrinden ancak ona teslim olarak kurtuluş… Son beş yıldır olan bitenin özeti gibi... Ardından bakarken uçuşan yaprakların, melankolik dalgalanmalara ruhumu teslim ettim. Anı durdurma arzusu kuşattı benliğimi. Ne olurdu sanki, durdurabilseydim elimden kayıp gitmekte olanları, tutabilseydim. İzleyici olmaktan çıkıp ana hakim olabilseydim… Neler yapmazdım ki? Çılgın fikirler uçuşuyordu zihnimde… Oysa dizimin üstündeki bilgisayarın ekranındaki boş sayfada, yanıp sönen imleç: Haydi yaz, haydi yaz, haydi yaz…
Anı durdurma arzusuyla gerçeklerden kaçmak aynı şeyin iki yüzü aslında. Çekici olan anın katı gerçeği mi, yoksa anın belirsizliği mi? Gerçeğin tekinsizliği, anın belirsizliğinde aşılabilir olmuyor mu? O belirsizlik olmasaydı, bugünün Türkiyesinde, tam da şu anda hapsolduğunuzu bir düşünsenize. Tam bir kabus, öyle değil mi? Anın uğultusundan çaresizce çıkamamak… Büyük çoğunluğun kulakları sağır eden sessizliğini delip geçen sözdelerin, gözdelerin kakafonisine mecbur olmak… Daha beteri olabilir mi? Anayasa Mahkemesi'nin, Barış Akademisyenlerinin yargılanmalarını hak ihlali olarak nitelediği kararının ardından kopan yaygara var aklımda kakafoni derken. Suriyeli göçmenlerin sınır dışı edilmesine başlanmasıyla birlikte, bilgiden azade boş fikre amadelerin bıdı bıdılamaları, vıdı vıdılamaları da. Sorunun tek boyutuna odaklanan, suçlayıcı, yargılayıcı, hatta ırkçı dil her türden tartışmayı imkansız hale getirerek bizi kendi açmazına kilitliyor.
Anayasa Mahkemesi'nin 9 Barış Akademisyeni'nin bireysel başvuruları ile ilgili, bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği, başvurucuların yargılanmasında hak ihlali olduğu yönündeki kararı, bizi sanki bir zaman makinesine koydu. Kendimizi yeniden 2016 yılı başında bulduk. 1071 gibi sembolik değeri malum bir sayıda akademisyenin imzasıyla çıkan protesto bildirisini izleyen, üniversite demeye dilimin varmadığı birkaç kurumsunun başındaki yöneticilerin imzasıyla sosyal medyada yayımlanan kınama mesajları, kınama bildirileri… Arkadaşlarımızın fotoğraflarını, polise verdikleri ifadeleri fütursuzca basarak onları ismen ve cismen hedef gösteren kağıt israfı, çevre ziyanı sözüm ona gazeteler… Bildiri metnini bir kere bile okumadığına emin olduğum, bizlerden biriyle hayatında hiç karşılaşmamış sözde akademisyenlerin konuk edildiği, her birinde enine boyuna tartışıldığımız, edep sınırlarını zorlayan televizyon programları… Akademik özgürlük nosyonundan nasibini almamış, akademisyeni kamu görevlisi olması hasebiyle devlete itaat ve sadakatle yükümlü sayan rektörler… Kraldan çok kralcılar… Zihnimizde terör tohumları aramak için metodoloji öneren, fişleme meraklısı, elinden gelse kafatası ölçümüzü almaya hazır, adının önünde akademik unvanlar taşıyan bilumum zevat… Bizi barışın anlamını bilmemekle bile itham ettiler! Nutkum tutuldu desem… Hepsi konuşuyor, konuşuyor; bizse izliyoruz… Çocukluğumda böyle boş laf edenlere seslendiğimiz gibi seslenmek istiyorum bu laf ebelerine: Konuşun, konuşun, heyecanlı oluyor! Elbet gün gelir, sesiniz içinize kaçar… Ağzınızı açtığınızda söz yerine, sadece ses çıkar da, sadece bizi dinlemeye mecbur olursunuz. Haa ayrıca dilerim, her gün bizlerden birinin savunmasını gözleriniz önünüze düşüne kadar okumaya mahkum olursunuz. İşte o günler geldiğinde idrak kabiliyeti diliyorum tanrılarınızdan sizler için.
Anayasa Mahkemesi kararı, Türkiye’nin yeniden demokrasi mecrasına dönebileceğine dair küçücük de olsa bir umut ışığı yaktı. Bildiriyi imzaladığımda, sıradan herhangi bir demokraside sıradan herhangi bir yurttaşın devletini neden olduğu insan hakları ihlallerine karşı uyarma ödevini yerine getirdiğimi düşünüyordum. Bunu yaptığım, hemen barışın tesis edilmesini talep ettiğim için 1127 arkadaşımla birlikte terörü desteklemekle itham edildim. Hakarete uğradık. Tehdit edildik. Ofis kapılarımız işaretlendi. Rektörlükler hakkımızda soruşturma başlattı. Hakkımda açılan soruşturmanın sonucunu aradan üç buçuk yıl geçmesine rağmen öğrenemedim, pek çok meslektaşım gibi. Sonunda OHAL şartlarında, 7 Şubat 2017 gecesi, bir KHK ile yıllarca emek verdiğim işimden edildim. Mesleğimi icra edemez hale gelmek, altına imza attığım bildirinin işaret ettiği dramın, şiddetin, hak ihlallerinin yanında ödenecek büyük bir bedel değildi. İnandığım şeyin arkasında durmayı öğrenmiştim; vicdanım, eğitimim, değerlerim neyi gerektiriyorsa öyle davranmak dışında seçeneğim olduğunu hiç düşünmedim. Bu süreç içinde yalnız olmamak, benzer bir duruşu paylaştığım pek çok meslektaşım olduğunu bilmek de önemliydi. Dayanışmanın, örgütlülüğün önemini vurgulayan pek çok söz duydum. Ben kendim de buna dair bir sürü söz söylemiş olmalıyım, ancak gerçekten bunların nasıl bir anlamı olabileceğini bildiriyi imzaladığımız 2015 yılı sonundan bu yana geçen yaklaşık dört yılda çok daha iyi anladım. Pratik öğretiyor. Hakikaten…
Ancak içinde bulunduğumuz durum, elbette tek bir boyuta indirgenemeyecek kadar karmaşık. Her birimizin öyküsü biricik. Benzer hak ihlalleriyle mücadele ediyoruz. Ancak mücadele tarzımız kendine özgü. Travma yaşadık, bunun sonuçlarıyla baş etmeye çalışırken farklı yollar geliştirdik. Yazmayı, üretmeyi seçen de var; hayata küsüp köşesine çekilen de… Kendine akademi dışında bir yer düşünmemiş olanımız da var; kopuşu fırsat bilip bambaşka alanlara açılanlarımız da… Ama atılmalar, yargılamalar, çeşit çeşit baskı, sindirme girişimleri kişisel travmalar yarattığı kadar kuşaklar boyu toparlanamayacak bir biçimde akademiyi bitirdi. Televizyonu açıp herhangi bir havuz kanalında boy gösteren akademik unvanlıları dikkatle dinleyin; ne demek istediğimi anlayacaksınız…