Akıl sağlığında 'başka bir hastane' mümkün mü?

Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde tedavi gören Ebru Esen’in aktardığı tanıklıklar tartışma yarattı. Hastanede 13 gün kalan Esen, yaşadıklarını, “bir korku filmi" diye özetlemişti.

Abone ol

İZMİR - Gazete Duvar’da yayımlanan, "Akıl hastanesinde 13 gün: Orada herkes canlı cenazeydi" başlıklı haberin ardından hastanede yaşananlar, yeni tartışmaları ve eleştirileri de beraberinde getirdi. Haberin ardından daha önce Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatan başka hastalar da gazetemize ulaşarak kendi benzer tanıklıklarını anlattı.

Ebru Esen’in ve diğer hastaların yaşadıklarını Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği (RUSİHAK) Başkanı Can Feyzioğlu değerlendirirken, İnsanca Yaşam İçin Sosyal Kooperatif Girişimi ve Avrupa Ruh/Zihin Sağlığı Ağı üyesi Fatma Zengin ise yurt dışındaki akıl hastanelerinde yaşanan gelişmeleri, Hollanda örneği üzerinden anlattı.

‘SADECE ELLERİMLE KULAKLARIMI KAPATABİLDİM’

İstanbul’da yaşayan Burçak Gültekin, daha önce kendisinin de Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yattığını belirterek, “Keşke o servislerin gerçek yüzünü insanlarımıza gösterebilme imkanımız olabilse, oradaki insanların sessiz çığlığını yardım isteyişini duyabilseler. Ama oraya girdiğiniz zaman çıkışınız gerçekten çok zor” dedi. “İnanın ben çıktığım zaman kendime çok zor geldim, oranın ortamı insanı daha çok kötüleştiriyor” diyen Gültekin, gözünün önünde bir hastanın dövüldüğüne şahit olduğunu ifade ederek, olayı CİMER’e de şikayet ettiğini belirtti:
“Engelli bir hasta vardı, akli dengesi tamamen olmayan bir hastaydı. Altını pislettiği için personel hastayı tuvalete götürmüştü. Koridorda kamera olduğu için bir şey yapmadı ama tuvalete götürüp orada gözümün önünde dövdü. O anda bir şey yapamamak inanın çok zor bir şey. Hastanın 'vurma, vurma' diye bağırışı hâlâ kulaklarımdan gitmiyor. O zaman koridora oturup sadece, ellerimle kulaklarımı kapatabildim. Çünkü doktora, hemşireye söylediğiniz zaman size inanmıyorlar. Bir daha oraya yatmamak için çok dua ettim. O kapalı kapılar ardında neler olduğunu bir görebilseniz... Dilerim bizim gibi insanların sesini duyarlar.”

‘SAÇLARIMIZA GAZ YAĞI SÜRDÜLER’

Ebru Esen’in yaşadıklarını yıllar önce kendisi de birebir yaşadığı için haberi okuduğunda dehşete düştüğünü söyleyen Suzan Karataş ise yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “Hastaneye neyim olduğunu bilmeden ama bir şeylerin ciddi anlamda ters gittiğini bilerek başvurdum. Gittiğimde bir iğne yapıldı ve hiçbir şeyi algılayamayacak duruma geldim. Sonra beni salona aldılar. Camlarda demir ve perdeler olduğu için içerisi çok az güneş ışığı alıyordu. Beni yatırdıkları koğuşta çok saldırgan bir hasta vardı. Çok korktuğumu söylememe rağmen ayrı bir odaya almıyorlardı. Ertesi gün herkesi sırayla banyoya sokup saçlarımıza gaz yağı sürdüler. Her yer gaz kokuyordu. Arada bir bazı hastaları çığlıklar arasında şok odasına götürüyorlardı. Bu hastalar çıktığında hiçbir şey hatırlamıyor ve sessizce gelip yerlerine oturuyordu.”

‘BABAM VE EŞİM BENİ KURTARDI’

Bu süreçte ilaçların yan etki yaptığını ve çok şiddetli ishal olduğunu söyleyen Karataş, “Bana kıyafet temin edilmedi, ailem aranmadı. İki gün o halde yaşadım. İki gün sonra rutin görüş günü olduğu için babam geldi. Ancak o zaman babamdan
hasta bezi ve pijama isteyebildim” dedi. “Bir gün sinir krizi geçirdim ve sadece yüksek sesle ağladım, hiçbir taşkınlık
yapmamıştım. Hasta bakıcı beni bir odada sedyeye bağladı. 10 gün sadece yüksek doz sakinleştirici verildi. Başka bir terapi, muayene veya tedavi uygulanmadı. Sadece bir kere kurulun önüne çıktım. Kurul, şok tedavisi almam gerektiğine karar vermiş. 10 günün sonunda eşim ve babam şok tedavisi almamı istemedikleri için kefil olup beni oradan kurtardılar”

‘HERKESİ BİR SALONA TOPLAYIP AYNI TEDAVİYİ UYGULUYORLAR’

Hastaneye kitap okuyabileceği bir oda özlemi ve biraz da sakinleşmeyi umarak gittiğini ancak beklentilerinin çok dışında bir ortamla karşılaştığını söyleyen Karataş, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Orada yaşadıklarımdan sonra her ne suretle olursa olsun hastaneye yatmamam gerektiğini düşündüm. O hastanede hastaları uyuşturup, şok vermek dışında ne yapıyorlar bilmiyorum. Ancak şunu çok iyi biliyorum ki, deli başka bir şey, zeka geriliği başka, ruhsal hastalık başka bir şey. Hepsini bir salona toplayıp aynı tedaviyi (!) uygulayıp kötü muamele yapmaları hangi tıp kitabında yazıyor çok merak ediyorum.
Tıp eğitimi almamış olmama rağmen bir profesöre bile kafa tutabilecek kadar deneyim yaşadım, okudum ve araştırdım. Orada yattığınızda o kadar çok uyuşturucu ilaç veriliyor ki, durumu anlayamıyorsunuz bile. Ancak çıktıktan sonra aklıselim bir şekilde düşünebildiğinizde anlıyorsunuz yaşadığınız vahim durumu. Burada yatan hastaların hiçbir etkisi, yetkisi, sesi yok. Lütfen onların sesi olun.”

‘SİZ DE ORAYA GİRSENİZ DELİREREK ÇIKARSINIZ’

Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden çıkalı yaklaşık iki ay olduğunu söyleyen ismini veremediğimiz bir hasta ise, hastaneye kendi isteğiyle yattığını ama istediği zaman çıkamadığını belirtti. Hastanedeki en büyük problemin hijyen olduğunu dile getiren hasta, “Peçete, tuvalet kağıdı gibi ihtiyaçlar zamanında yerlerine konulmuyor. Yaşlı hastalar altlarına yapıyor ama hasta bakıcılar ilgilenmiyor. Orda kaldığım süreçte ben de bazı hastaların altının değiştirilmesine yardım ettim. Açıkçası benim için hastane, tedavi değil de daha çok sosyal hizmet eğitimi gibi oldu” dedi. “Bu hastanede hastayla diyalog yok, terapi yok psikoterapi yok. Önlerine gelen hastayı EKT’ye alıyorlar. Zaten kameralar incelense bunların hepsini görebilirler. Ama burası, dışarıya çok kapalı. Dolayısıyla ne olup ne bittiğini kimse görmüyor. Örneğin K1 katında bulunan hastalar sürekli altına yapıyor. Bu katta bir doktorun içeri girdiğinde kokudan öğürerek dışarı çıktığını kendi gözümle gördüm. Hâlâ yaşadıklarımı unutamadım. Emin olun siz de oraya girseniz delirerek çıkarsınız. Bu kadar net söylüyorum.”

‘15-20 YIL İÇİNDE BÜYÜK DEĞİŞİMLER OLDU’

2008 yılında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi dahil 7 hastaneyi RUSİHAK ekibiyle birlikte gezen Fatma Zengin, “Ebru Esen’in anlattıklarına bakılırsa aradan geçen 13 yıl zarfında hiçbir şey değişmemiş” dedi. Zengin, "Başka bir ruh sağlığı hizmet sistemi ve başka bir hastane ortamı mümkün mü?" sorumuza şu yanıtı verdi:

“1970’li yıllarda batı tıbbının uygulandığı her yerde durum aynıydı. 15-20 yıl içinde büyük değişimler oldu. Ruh sağlığı sorunu olanları kapalı kurumlarda tecrit etme ve EKT/ilaç ağırlıklı tedavi yerine şimdi topluluk temelli hizmetler sistemi gelişti. Dünyanın çok önemli sayıda ülkesi sağlık, eğitim, sosyal, hukuk, istihdam gibi birçok hizmet sistemini birbirine entegre ederek değiştirdi. Türkiye de 2011 yılındaki Ruh Sağlığı Eylem Planı ile bu hizmetlere geçeceğini ilan etti. 2018’de, ruh sağlığı ile ilgili 8 derneğin ve RUSİHAK’ın olduğu ekipçe hazırlanan Ruh Sağlığı Yasa Taslağı da topluluk temelli ve iyileşme yönelimli hizmetlere geçişi ve insan haklarını vurguluyor. Ancak bu geçiş sadece yasal düzenlemelerle değil, hizmet alanların güçlenmesinin önemine inanma ve onları hizmetlerin merkezine koymakla mümkün olabilir."

‘GİDECEK YERLERİ OLMAYANLAR İÇİN EVLER YAPILMIŞTI’

İnsan hakları ve iyileşme odaklı hizmetlerin nasıl uygulanabilir olduğuna 2010 yılında Hollanda Harderwijk’da ziyaret ettiği bir ruh sağlığı hastanesi örneğini veren Zengin şöyle devam etti:

“İlk gittiğimiz gün başhekim, hastaların kurduğu akran desteğine dayalı 'tecrübe-güçlenme-iyileşme' adlı gruptan tüm personelin sırayla eğitim aldığını gururla anlattı. Hasta yemekhanesi en lüks lokantalar gibiydi, rengarenk sandalyeler ve tiyatro sahnesi vardı. Tabak altına konulan servis kağıtlarında işe yarar bilgiler, eğlenceli şekilde yazılmıştı. Hastane içinde, hasta konseyi temsilcisinin odası vardı ve masrafları hastanece karşılanıyordu. 1990’larda hastanenin 1500 olan yatak sayısı 2010’da 600’e düşmüştü. Ailesi olmadığı için hastaneden gidemeyen 50 kişi için bahçe içinde iki katlı şirin evler yapılmıştı. Diğer bölümlerden ağaçlarla ayrılmış bu bölümde ortada havuz ve kuşlar vardı. Yatak sayısının düşmesini sağlayan faktör, tabi ki toplum içinde destek alınacak merkezlerin, kalacak yerlerin ve gerekli desteklerin, istihdamının sağlanmış olması idi."

‘HASTALAR TEDAVİ NESNESİ OLARAK GÖRÜLMEMELİ’

Şu an Türkiye’deki hastanelerde bunları uygulamanın mümkün gelmeyebileceğini oysa biraz planlamayla bunun hiç de zor olmadığını söyleyen Zengin son olarak şunları söyledi: “Önemli olan, hastaların tedavi nesnesi olarak görülmek yerine acı çeken ve destek almaya gelmiş insanlar olduğunu hiç akıldan çıkarmayıp tüm fiziksel ve ilişkisel ortamda buna göre düzenlemeler yapılması. Bu modele geçildiğinde sistemin mihenk taşı hastalar, hizmet alanlar oluyor ve diğer tüm bilgi uzmanları yatay bir işbirliği içinde onlara hizmet etmeye başlıyor. Bu sistem aslında çalışanlar için de insancıl ve eşitlikçi bir ortam, her mesleğin kendi sınırlarının bilinmesini sağlıyor.”

'HER DÖRT KİŞİDEN BİRİSİ RUHSAL SORUN YAŞIYOR’

Birleşmiş Milletler verilerine göre her dört kişiden birinin hayatının bir döneminde ruhsal bir sorun yaşadığını dile getiren Can Feyzioğlu ise, “Bir yakının kaybı, işten çıkarılmadan tutun da doğum sonrası strese kadar çeşitlilik arz eden ruhsal sorunlar yaşıyoruz. Bu yaygınlık durumu, ruh sağlığı sorunlarını belki de 'anormal' değil 'normal' olmanın bir parçası olarak görmemiz gerektiğinin bir işareti. Oysa konuşmaktan kaçınıp, tabu haline getirdiğimiz bu alana ait sorunlar, Türkiye’de var olan hizmetlerin de daha iyi hale gelmesinin önünü tıkıyor” dedi.

‘NE ZAMAN ÇIKACAKLARINI BİLMİYORLAR’

Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ni kabul edeli on yılı geçtiğini ve engellileri ilgilendiren bütün sorun alanlarında, Türkiye’nin uluslararası topluma ve kendi vatandaşlarına taahhütleri olduğunu hatırlatan Feyzioğlu, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne yöneltilebilecek çok fazla soru ve eleştiri olduğunu söyledi.
Hastane deneyiminde aktarılan duşta kapı olmaması, odaların kilitli tutulması, sürekli gözlenme deneyimleri, hemen her yerde görünen parmaklık, yüksek duvarlar hakkında görüşlerini de sorduğumuz Feyzioğlu, “Bu anlatılanlar bize kurumun temel olarak güvenlik kaygısı üzerine bina edildiğini düşündürüyor. Ruh sağlığı sorunu yaşayan bireylerin toplumun herhangi bir kesimine göre şiddet göstermeye daha yatkın olduklarını gösteren bir veri bulunmuyor” ifadelerini kullandı. Mevcut sistemde hizmet alan ve veren tarafların karşılaşma biçimleri ve koşullarının sorunlu olduğuna da değinen Feyzioğlu, şöyle devam etti: “Bu koşullar bireylerin ruh sağlığı sorunlarına çözüm üretmek şöyle dursun, yeni sorunlar üretmeye yatkın. Bu durum özellikle de kendi isteği ve arzusu dışında, çoğu zaman kandırılarak veya zor kullanılarak getirilen insanlar için geçerli. Oraya krizin bir aşamasında getiriliyorlar, ne zaman çıkabileceklerini bilmiyorlar, çoğu zaman cezalandırıldıklarını düşünüyorlar. Dahası, bulundukları mekanı kendilerinden daha kötü durumda olan, bazen de suç işledikten sonra oraya kontrol için getirilen birileri ile paylaşmak durumunda kalıyorlar. Bu durumu bir de hastane personeli açısından düşünelim: Onlar da kurum dışında görüp tanımadıkları onlarca, yüzlerce insan ile çoğu zaman kendi arzuları dışında, zorla tutulan insanlarla sadece kriz sürecinde ya da bunun bir aşamasında karşılaşıyorlar. Böyle bir karşılaşma ve ortam da krizin ötesinde duyarlılıkları, hassasiyetleri ve hatta zarafeti olan insanı görüp tanıyabilmeyi
zorlaştırır diye düşünüyorum.”

'RIZA ALMAYI ŞART KOŞAN BİR SİSTEM KURAMAZ MIYIZ?'

Bireyleri ait oldukları yerde, yani toplumun içinde desteklemeksizin, toplumdan izole ederek ‘iyileştirmeye’ çalışan kurumların bugün artık çağ dışı sayılan medikal hizmet modelinin ürünü olduğunu sözlerine ekleyen Feyzioğlu, yetkililere de şu soruları yöneltti:

“Tedavinin her türü için aydınlatılmış onamı, yani bilgi verip rıza almayı şart koşan bir sistem kuramaz mıyız? Kendi arzusu ile kuruma yatan biri nasıl olur da zorla alıkonur? Zor kullanmayı normalleştiren bir anlayışın bu türden bir zorlamayı da kişinin 'en iyi yararına' görüp doğal sayacağı muhakkak. Oysa tedaviyi rızaya temellendiren, bunun mümkün olması için yol ve yöntemler arayan bir anlayış, kişinin kendi iradesini ezmeden, onu destekleyerek tedavi sürecine dahil etmenin yolunu bulacaktır. Bu konuda oldukça önemli bir katkıyı bizzat kurumdan geçmişte hizmet alan bireylerin sağlayabileceğini bugün biz biliyoruz. Çünkü onlar mevcut yapı içinde nelerin aksadığı bilgisine sahip. Sahip oldukları perspektif ile hizmet kalitesinin artması için çalışabilirler. Hizmet alan bireylerin 'deneyimle uzman' olarak sistem içinde yer edinmeleri bu dönüşüm için hayati öneme sahip. Bunun uygulama örneklerini halihazırda sadece AMATEM servislerinde görebiliyoruz. Ancak bütün psikiyatri kurum ve servislerine yayılması gerekiyor.”