Türkiye’yi ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ne taşıyan 16 Nisan 2017 referandumu, AKP-MHP ittifakının bir ‘fırsatçılığı’ olarak gündeme gelmişti. 15 Temmuz’daki darbe girişiminden hemen sonra ilan edilen Olağanüstü Hal rejimi yürürlükteydi. Temmuzun ikinci yarısı ve takip eden aylarda yakalanan ajitasyonu ve hamaset dozu yüksek Yenikapı konum ayarlı istim; başta OHAL uygulamaları ve ilk işaretleri görülmeye başlanan ekonomik sıkıntılar olmak üzere çeşitli nedenlerle zayıflamaktaydı. 11 Ekim 2016 Salı günü, MHP lideri Devlet Bahçeli, grup toplantısında ülkenin gündemini belirleyecek bahsi açtı. Partili cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın icraatı ile rejimin yasal mevzuatı arasındaki çelişkiye dikkat çekiyordu: “Fiili durumla hukuki gerçek taban tabana zıtlık içermektedir…” Bahçeli, bu konuyu da bir ‘beka’ meselesi olarak koyuyor ve şöyle diyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanının hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok tehlikelidir.”
Hülasa, Bahçeli’nin dilinin altında bile saklamaya gerek duymadığı önerisi bir anayasa referandumu ile başkanlık sisteminin oylanmasıydı. Ertesi gün itibariyle iki parti arasında ‘görüşmeler’ başladı. 2017 Ocak ayı başında Meclis’te alelacele ve kavga dövüş oylamaya sunularak referandum çoğunluğu kazanılan anayasa değişikliği, mevcut iktidar ittifakının siyasal olarak ilk ‘geleceğe kaçış’ hamlesiydi. 16 Nisan 2017’de, siyasi tarih açısından “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözüyle damgalanacak olan bir ‘oy sayma’ yoluyla rejim değişti.
Ardından, ekonomik krizin dev dalgalarının radara girmeye başlaması üzerine 2019 Kasımında yapılması gereken genel seçimleri öne çekme hamlesi geldi. Bahçeli, yine bir salı günü, 17 Nisan 2018’de, erken seçim çağrısı yaptı: “Önümüzde ülkemiz ve milletimiz aleyhine olabilecek bir siyasi gündem ve seçim süreçleri vardır. […] Bilinmelidir ki, gerekli uyum yaslarının süratle çıkarılmasının akabinde, MHP takdir ve tercih hakkını seçimlerin erkene alınmasından yana kullanacaktır.”
Her iki hamle de bir tür ‘avans çekme’, ‘çek kırdırma’, ‘geleceğin olanaklarını harcama’ hamlesiydi. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal sıkışmışlığın giderek bir krize dönüştüğünü sezen, ama bunun doğru bir tahlilini yapabilmekten uzak olan iktidara tutunma çabalarıydı. ‘Beka’ya, ‘dış güçler’e, ‘FETÖ’ye vs. indirgenmiş bir siyaset algısı; toplumdaki huzursuzluğu, bunun sınıfsal ve politik gerekçelerini anlamaktan uzak bir iktidar ihtirasından geliyordu. Oysa asıl olan, AKP’nin ve onun siyasi evreninin, 90’lı yıllardan itibaren sürdürmeyi başardığı bir çevrimi sürdüremez hale gelmesiydi. Siyaseti, geniş kitleler nezdinde ve toplumsal ilişkiler ağı içinde yer alarak değil de, daha dar ilişkiler ve en kristal ifadesini ‘beka’ sözcüğünde bulan bir devlet aparatı olarak gönüllülükle sürdüren MHP’nin tarihsel olarak böyle bir sorumluluğu hiçbir zaman olmamıştı zaten. Ama AKP, öncesi bir yana, iktidara geldiği 2002’den itibaren, yerli büyük sermayenin ve onunla eşgüdümlü uluslararası sermayenin ekonomik, idari talep ve beklentileriyle alt sınıfların, emekçilerin, işsiz ve yoksulların umutlarını kaynaklayabilme yeteneğiyle iş görmüş bir siyasal araçtı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra uygulanan neoliberal ekonomik politikaların, tarımın tasfiyesiyle kırlardan çözerek şehirlere taşıdığı, şehirlerde sendikasız, güvencesiz, gerçek dayanışma ağlarından yoksun bir şekilde geçici işlere mahkum ettiği kalabalıkların rızasını, geleceği olmayan bir sosyal yardım ve niyaz ilişkisiyle devşiren bir sermaye yanlısı parti olarak anlamlıydı AKP. İşçi, geçici işçi, tablacı, işportacı, işsiz erkeklerin; onlarla aynı sıkıntıları yaşayan, neredeyse hiçbir şehircilik faaliyetinin, sosyal politikanın uğramadığı banliyölerdeki gecekondulara sıkışmış kadınların umudunu ve enerjisini devşiriyordu. Generallere ‘kaybetmiş’ Erbakan’ın daha hırçın olan ‘Adil Düzen’ talebini, kent yoksulları için küçük harçlıklarla zaman kazanılan bir bekleme haline dönüştürdüğü ilk dönemlerinde, bu kalabalığı kendi etki alanında tutmayı başardı. Tarımın tasfiyesinin ve küçük kent ve kasabaların ekonomisini birer mevta haline getiren 1999-2001 krizinin etkisiyle çözülen kırsal nüfusun hücum ettiği büyükşehir banliyölerinde, bu insanların, zorunlu göçlerinin bir bohçası gibi yanlarında getirdikleri ve şehir karmaşasıyla karşılaştıkça alevlenen Anadolu muhafazakarlığını ideolojik bir yatırım alanına çevirdi.
Sınıfsal temellerden yoksun, dinin ekonomik sömürü süreçlerine nasıl katıldığını görmek ve göstermek yerine, gündelik yaşam detaylarına, şekilciliğe, kültürel fetişlere saplanan bir ‘laiklik hassasiyeti’nde donmuş ‘eski merkez’, bu kalabalıklarla arasında anlamlı bir ilişkisi kalmadığını görmekten bile acizdi. Önce Refah’ın, sonra AKP’nin seçim ‘başarıları’ da böylelikle sadece alerji ve öfke üreten bir ‘sapma’ olarak görüldü.
Bugünkü iktidarın durumu, kendi varoluş koşullarını yaratan o günkü statükocu bakıştan farklı değil. Vaktiyle, sıla nostaljisine sarmalanmış bir gurbet muhafazakarlığını kemirerek beslenen AKP aygıtı, iktidar imtiyazlarıyla geçirdiği uzun yılların ardından iki türlü başkalaşım ile karşı karşıya bir süredir.
İlki bizzat kendisiyle ilgili olanı: Artık inançlı, davası uğruna didinen, siyasal İslam ya da işte o çerçevedeki bazı sağcı retoriklerin büyüsüyle dönenen kadroların değil; ihale, imtiyaz dağıtım ağlarının trafik şubesi gibi davrananların örgütüne dönüştüler. İktidarın ‘Reis/Başkan’ şahsında alabildiğine kişiselleşmeye başlamasından beri geçirdiği evrimin sonunda AKP, artık bildiğimiz anlamda bir siyasal parti değil, Erdoğan’ın seçim işleri bürosu, ama esasen de bir imtiyaz veznesi haline geldi. Oysa, bir örgütün yapısal olarak hem fedakar ve adanmış bir seçim makinesi hem de bir ‘ye kürküm ye’ sofrası olması sürdürülebilir değildi. Gelinen noktada, ‘en imtiyazlı’, ‘en hızlı zenginleşen’, ‘Reise en yakın’ olan çevrenin oluşturduğu klik, önce kitleden sonra bizzat kendi örgütünden kopan bir gövdesiz başa dönüşmüş gibi görünüyor.
İkinci başkalaşım ise ‘doğal destek havuzu’ olarak gördükleri kesimlerde yaşanıyor. 80’ler ve 90’larda, geçimlik tarımı, küçük çiftlikleri parçalayarak Anadolu köylüsünü şehirlere savuran göç hareketinin ilk kuşakları AKP ve öncelleriyle daha yakındı. Sürüklendikleri kentlere duydukları hıncı, sınıfsal dönüşümlerinin rotasından sapmış bir fonksiyonu olarak, İslamcıların tutucu ideolojik konforunda tatmin ettiler. Ama bunların görece daha iyi eğitimli, kentle daha bütünleşmiş, dolayısıyla beklentileri ‘yükselmiş’; daha sahici bir sınıfsallaşma yaşayan ikinci ve üçüncü kuşakları, kendi öncülleri kadar kolay cezbelenmiyor. Yarın yapılacak İstanbul seçiminde oy kullanacak 2000 ve 2001 doğumlu gençler, Erdoğan’dan başka ‘yönetici’, AKP’den başka ‘iktidar’ tanımıyorlar. İçinde bulundukları sorunların ‘eski Türkiye’ retoriği ile açıklanması olanaksız; çünkü ‘yeni Türkiye’ söylemiyle kurulan ve içine doğdukları bugünkü sorunlar yumağı, onlar için asıl ‘eskimiş ülke’ gibi görünüyor.
Bu geleneksel kır muhafazakarlığı ile kentlere yığılan kalabalığa elbette 90’lardaki ‘kirli savaş’ koşullarında kentlere göçmek zorunda kalan Kürt nüfusu da eklemek gerekiyor. Devletin en karanlık yüzüyle karşılaşmış, genellikle küçük tarım ve hayvancılıkla meşgul, yoksul Kürt köylülerinin, sadece maddi-fiziki kayıplarla değil, can ve maneviyat kayıplarıyla da sürüklendikleri metropollerde yaşadıkları çile, onları statüko karşıtı bir pozisyonda tuttu, ama neo-İslamcı istismarlarına karşı tam koruma üretemedi. Bugün gelinen noktada, benzer bir kentlileşme, sınıfsallaşma yaşayan ikinci ve üçüncü kuşak Kürt göçmenleri de, en sarih mecrasını HDP’de bulan bir siyasallaşma gösteriyorlar. ‘Kürt seçmen’in oyunu almaktan bile geçmiş, onları hiç değilse ‘oysuz’ bırakmaya yönelmiş manipülasyonları anlıyor ve buna cevap üretiyorlar.
Toplumu ortadan ikiye bölüp, bunun ‘salt çoğunluğu’ üzerinde biteviye bir hükümranlık sürebileceğini sanan, tarihsel ve toplumsal bakıştan yoksun sağcılığın 2000’li yılları Türkiye’den çalan versiyonu da doğal sınırlarına gelmiş gibi görünüyor. Hem ‘zamanın ruhu’ hem de ‘saha ölçümleri’ ile bir süredir sağlaması yapılan, yarın aritmetik olarak da ortaya çıkması beklenen ‘yenilgi’ karşısında mevcut statüko nasıl bir yol izleyecek? Bazı olumsuz işaretler ortaya çıksa da bu tam olarak bilinmiyor. Seçimden hemen sonra daha yakın ve yakıcı birer gündem olarak ortaya çıkacak uluslararası sorunlar, S-400 ve Doğu Akdeniz krizleri, otoriter popülizmin yeni bir ‘kaçış’ hamlesi için işlevsel görünse de Türkiye’nin giderek daha görünür hale gelen ‘yeni’ siyasal kompozisyonu buna ket vuruyor. Dolayısıyla ‘geleceğe’ ya da ‘geçmişe’ doğru cebren bir kaçış hamlesi, Gezi, 7 Haziran, referandum ya da 2018 erken seçimi kadar olanaklı ve ‘dayanıklı’ olmayacaktır. Batmış bir güneşin ışınları ile ısınılamaz. Ancak, egemen siyasetin ürettiği alternatifin, sahici sorunların kalıcı çözümlerine dönük olarak ne üretebileceği sorusu da, 24 Haziran sabahı itibariyle girileceği öngörülen dönüşümün tepesinde asılı duruyor.