Akışına bırak

Bir oda düşün, tam ortasından dört tane sütun göğe doğru yükselsin ve çatının sütunların taşıdığı orta kısmı kare şeklinde açık olsun; gün ışığı, hava ve yağmur oradan içeri dolsun. Şimdi ise Frida Kahlo’nun çocukluk evindeyim, bütün odalar avluya açılıyor...

Abone ol

“Akışına bırak!” derler ya.

İnsanın sinirleri tepesine fırlar o an.

Sanki yapması çok kolaymış da yapmıyormuş gibi,

Sanki kendileri tık diye bırakabilirlermiş gibi akışına!

Nisan sonu. Çanakkale’de bir köy. Gelincik tarlaları, zeytinlikler arasında kendilerine kocaman bir koridor açmış, göz alabildiğine uzanıyorlar. Taze ve ılık havayı ciğerlerine çekiyorsun. Ohhh mis gibi...

Ne arıyoruz burada?

Yanıt belli: “Akışına bırakıyoruz!” John Lennon’un “Hayat, siz başka planlar yapmakla meşgulken olup bitenlerdir.” şarkı sözü meğerse klişe değilmiş. 2018 yılı hiç planladığımız gibi geçmedi. Böylesi daha iyi oldu.

Yuvamızı arıyoruz.

Bulduk. Nohut oda, bakla sofa, köyün tartışmasız en güzel evi. Heyecanımız uzun sürmedi; öğrendik ki satılık değil. İki hafta içinde uygun başka bir yer bulacak, bulamazsak aramayı erteleyecek ya da tamamen vazgeçeceğiz bu sevdadan. Benim hayalimde iki katlı küçük bir taş ev var ama; bırakın iki yıl önceki, geçen yılki fiyatlar bile katlanarak artmış. Neden? Çanakkale Boğazı’na köprü geliyor. “Köprünün ayakları doğrudan sizin köye mi iniyor?” diye sorunca gülüyorlar. Satıcının tokluğuna, kırsalın rahvanlığı eklenince ara ki bulasın uygun bir ev. Oysa her yer ev dolu, çoğu terk edilmiş, köylerin en az yarısı boşalmış. Köyden, kasabaya ve şehre ciddi bir göç yaşanıyor göz göre göre. Taşımalı eğitim sistemi geldi geleli köylerde neredeyse çocuklu aile kalmamış.

Köyün en güzel evi

Bulduk. Ebru bayıldı: “İşte burası.” dedi. Ama ev tek katlı! Sustum. Yüksek bahçe duvarından hayat, oradan da avluya açılan geniş tahta kapı. Bir kanadı kırık, diğeri sabit. Avlunun her yanını otlar bürümüş. Çatı yer yer çökmüş, duvarlar patlamış. Tam bir harabe. Albenisi de yok değil. Gözlerimi kapattım, kendimi bir megaronun içinde buldum. Bir oda düşün, tam ortasından dört tane sütun göğe doğru yükselsin ve çatının sütunların taşıdığı orta kısmı kare şeklinde açık olsun; gün ışığı, hava ve yağmur oradan içeri dolsun. Şimdi ise Frida Kahlo’nun çocukluk evindeyim, bütün odalar avluya açılıyor...

Deklanşör hızında geri döndüm gerçekliğe. Ne dersen de, burası bir harabe. Mimar, mühendis, taş ustası, kim gördüyse “Bu ev bitmiş!” dedi. Öğrendik ki sadece temel değil, aynı zamanda çatıymış evi bir arada tutan. Dışarıdan bakınca taş gibi sağlam dediğimiz yapıların çatısı tamir görmeyince, aradan sızan yağmur suları, taşların arasındaki kerpici eritiyor, o koskoca taş duvarlar içten patlayıveriyor.

Aramaya devam, köy köy geziyorum. “Ev alma, komşu al.” sözü de klişe değilmiş. Her köy ayrı bir karakter. Önyargılı olmamak gerek ama, birisiyle ilk karşılaştığın anda anlarsın ya o kişinin sana iyi gelip gelmediğini. Assos’tan Troya’ya kadar çeşit çeşit köy. Kimisi deniz görüyor, kimisi orman içi, kimisi zeytinlikler arasında. Peki hangisi içine siniyor? Bir kısmını Ebru’ya da gösterdim, hiçbirini beğendiremedim.

Bulduk. İnternetten. Fotoğraflarını görsen sen de bayılırsın. Dağ yollarına vurduk arabayı, bir süre sonra asfalt bitti. Köylülere sorduk, “Gidiveceeen, gidiveceeen, hemen ileeede.” dediler. Orman sıklaştıkça, manzara güzelleşti, yol bozuldu. Deniz seviyesinden yükseğe çıktıkça ağaçlar azaldı, etraf çoraklaştı. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Köy, büyüleyici bir vadinin daralarak son bulduğu yerde aniden üzerimize atladı, yaşlı bir çiftin uzun süredir ziyaretçi görmemiş evinin sadık köpeği gibi.

Ortalıkta kimsecikler yok, sanki geleceğimizi haber almış, saklanmışlar. Ege’de olduğunu bilmesen, yaşattığı haletiruhiye terkedilmiş kovboy kasabası. Pencerenin tül perdesi hafifçe aralandı, yaşlı kadın üçümüzü hafifçe süzdü, perdeyi gerisin geriye kapadı.

Biraz yürüdük, yolda birkaç kişiye rastladık, ancak herkes pek meşgul gibiydi. Yürümeye devam ettik. Büyük oranda terk edilmiş bu dağ köyünde aradığımız hayal evini nasıl bulacaktık? Artık ortalıkta kimsecikler yok, boş araziye atılmış abiye bir ayakkabının dışında. Bu metruk yerde ne arıyor acaba? Sivri lame topuğuyla bir yeri işaret eder gibi; işte tam orayı, aradığımız evi. Bahçenin tam ortasında tüplü bir televizyon toprağa verilmiş: zamanında Kemal Sunal filmlerinin izlendiği, Adile Naşit’in kahkahalarının arşa ulaştığı; yaşayan köyden geriye kalan az sayıda kanıttan biri.

Masal evi, temellerinden sök al götür istediğin yere bırak. O sırada bir kadın yokuştan yavaş yavaş bize doğru inmeye başladı: “Ev mi bakıyorsunuz?” Yanıtımızı beklemeden “Bizim satılık bir evimiz var.” diye ekledi. Abisini çağırdı, eve götürdüler.

Bir çırpıda; bütün evlerin eskiden suyun bol olduğu vadinin içine yapıldığını, son yıllarda herkesin daha yukarılarda inşa edilen beton evlere taşındığını ama pişman olduklarını anlattılar. Bunu daha sonra da çok duyacaktık; modern buldukları beton evlere yerleşip, kışın donup, yazın pişen, mantolama yaptırsalar da memnun kalmayan köylülerin benzer hikayelerini.

Evi gösteren ayakkabı

Vadinin içinden uzaklara doğru bakan, yetmişli yıllarda yapılmış görece yeni bir taş evdi bu. Diğerlerinden farklıydı. Bahçenin sınırı duvarları yıkık olduğu için anlaşılmıyordu. Bizi gezdiren iki kardeşin, en küçük kardeşleri anneleriyle birlikte yaşıyormuş burada, anneleri ölünceye kadar. Sonra…

“Sınırı neresi bu arazinin?” diye sormuş bulunduk. “İşte şu ağıldan başlıyo, taaa oradaki badem ağacına kadar gidiyo. Küçük kardeşimiz önce elleriyle yapıveeedi bu taş ağılı, bitirdiği gün de kendisini o badem ağacına astı.” Sınırı annenin öldüğü yerden başlayıp oğulun intihar ettiği yerde biten bu evden, o köyden tıpış tıpış uzaklaştık.

Birçok köy gezdim, birçok hayat dinledim. Kimi ev satılık değildi, kimisi çok pahalı geldi, kimisine içimiz ısınmadı... Bir ikizler burcu olarak, daldan dala gezerken, koç burcu olan eşim kararını çoktan vermiş, hatta köyün kadınları da bu kararı kendi aralarında onamışlardı. Oturduk hesabımızı kitabımızı yaptık. Tamir edilebilecek durumda olan iki katlı bir eve paramız yetmiyordu. Bunu bilmekle birlikte, tek katlı evi almak demek yıkıp baştan yapmak demekti, o zaman eski değil yeni bir taş evimiz olacaktı. Bir hafta boyunca günün değişik saatlerinde harabeyi ziyarete gittim. Güneşin nereden doğup nereden battığını takip ettim. Her seferinde kalbim küt küt atarak evin odalarında gezindim. Heyecanım artıyor, aklıma yavaş yavaş yatıyordu.

Çocukluğum, Karşıyaka’da bir apartman dairesinde; anne ve babamın büyüdükleri eski Rum evlerinin gölgesinde geçmişti. Bizim apartmanın olduğu yerde, eskiden, meyve ağaçlarının arasında büyük bir köşk olduğunu biliyordum. Fotoğraflarına bakmak bile keyif verirdi. O kadar büyük olmasa da, hep böyle bir evde yaşamayı düşlemiş, çocuk halimle yıkılmak üzere olan birçok yapıyı gezmiş, zamanı gelince onlardan bir tanesini alıp restore etmeyi aklıma koymuştum. Oysa şimdi tam da zamanı geldiğinde, o taş evi kurtaramayacağımızı öğrenmiştim. Bir karar vermemiz gerekiyordu.

                §

Yazının devamı haftaya pazar günü. Ancak “Hayat Evi” yazı dizisine ilişkin diğer paylaşımları görmek için blog sayfam Memur Çocuğu’nu ziyaret edebilir, Instagram, Facebook ve Twitter’dan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.