Akışkan tarih bayramı

Tarihçiler yirminci asrın ikinci yarısından itibaren geçmişe yapıları sökerek, bozarak post bakmaya başladılar. Devlete, aileye, insana; bugüne kadar ne nasıl anlatılmışsa ona ve bütün geçmiş anlatı türlerine artık teker teker çözerek bakacağız dediler. Hiçbiri verili değil bunların, tarihsel. Devlet mesela; sökmeden, bozmadan ve yeniden kurmadan nasıl anlaşılabilir ki?

Abone ol

Everest My Lord şöminenin üstündeki zili çalar

Sessiz tarih içeri girer

Başıyla selamladıktan sonra

Bir sandalye çekerek oturur

Gene eski bir masal anlatır

Konuşmasız

Hareketsiz

Sevim Burak, Everest My Lord, Adam, 1984, s.35.

Bayram kimliğimiz, deneyimimiz, politikamız.

Tarih bayramlar gibi akıyor, biz de onunla birlikte akıyoruz -biz olmadan akamaz. Sosyal ve beşerî bilimlerden daha akarken yakalaması, tutup göstermesi, ne olduğunu açıklaması isteniyor.

Tarihçiler yirminci asrın ikinci yarısından itibaren geçmişe yapıları sökerek, bozarak post bakmaya başladılar. Devlete, aileye, insana; bugüne kadar ne nasıl anlatılmışsa ona ve bütün geçmiş anlatı türlerine artık teker teker çözerek bakacağız dediler. Hiçbiri verili değil bunların, tarihsel. Devlet mesela; sökmeden, bozmadan ve yeniden kurmadan nasıl anlaşılabilir ki?

İnsan da öyle. Tür iki cins, kadın ve erkek, verili kimlik bundan ibaret. Tarih ısrarla birini gösteriyor diğerini kapatıyor, çünkü eril. Tarih kapatmayı bırakmışsa, kadın "kendim" dediği eril yanıyla kapanıyor: görünmeden görülmek istiyor; dişil yanıma postyapısal bak, bildiğin gibi değilim post modernim ben diyorsa tarih nasıl bakacağını bilemiyor.

Kurban bayramı da öyle. Türkiye’de adı “Kurban”, Arapça: yaklaşmak, yakın olmak; Arapça-Farsça, “Kurb-an”, yaklaşan. Arap coğrafyasındaki adı kendiliğinden Arapça, ama kurban değil, "Adha", kesmek, boğazlamak.

Bayram kökü belli olmayan Türkçe bir kelime. Rusça (daha çok праздник diyorlar ama bayram da var) Kafkas ve Balkan dilleri de iç etmiş bayram’ı. Araplar "ıyd" diyor, Osmanlı da demiş. Oradan yürüyüp muayede salonları açmış bayramlaşıp durmuş. Buyurun söktüm, hadi bakalım tarihçiler nasıl kuruyorsunuz görelim.

“Hakiki tarihçi, en bilindik şeyleri en işitilmedik şeylere dönüştürme kudretinde olmalıdır” diyor Nietzsche; John W. Scott da uyarıyı ondan alıp Eleştirel Tarih Kuramı’nı yazıyor. Alt başlığı da başta dediğim şey; Kimlikler, Deneyimler, Politikalar: çev. Zerrin Yaya, Dost, 2017.

MOLA MECBURİ

Tam bu sırada Ezgi dikiliyor başıma. Ben yazarken bi rahat bırakmaz. Yazmanın heyecanına “tanık” olmak istiyormuş. Yazmaya başlasa da bi kurtulsam. Heyecan neymiş kendi başına deneyimleyip görse. Nerede kaldığımı unutuyorum.

“Yok oldu o sizin bildiğiniz bayramlar hocam” diyor. “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm” der gibi, pervasız.

“Tatile gidenler, kesilen hayvanlara acıyıp ben kimsenin bayramını kutlamıyorum kimse de benimkini kutlamasın diyenler, şükür bu sene de kurbanımızı kestik diye hamd ü sena edenler, benim gibi boyuna posuna bakmadan harçlık alınca mahcup pozlarında sevinip şımaranlar, birbirine “ıyd mübarek” çeken radikal İslamcılar, bayramda açığız levhası asan laik kafeler ve bayramlaşırken sadece bunları konuşup canlarını bir de bunun için sıkanlar... Tarihçiler hangi birini nasıl yakalayıp yazacak ki?”

Hani sen yazma heyecanımı tadacaktın, başımdan gider misin lütfen!

“Ah hocam ah bizde heyecan mı bıraktı ki o küresel güçler, dijital dünyalar parmak uçlarımızda gezinen sanal heyecanlar...”

Diye diye uzaklaşanların tarihi nasıl yazılacak? Scott’ın dediğine göre 1994’te “Telling the Truth about History” (Tarih hakkında doğruyu söylemek) diye bir kitap hazırlayanlar, işin içinden çıkamadıklarını sonunda orada itiraf etmişler. “Post-modernizm, [ben Bauman’a uyup “akışkan modern” demeyi tercih ediyorum] kendine özgü eleştiri gereksinimleri ve özel temsilleriyle bir bilgi (heterojenliğin, süreksizliğin, parçalanmanın bilgisi) çağı” olduğuna göre, diyor, ‘bir siyasi hedef peşinde koşan tarihçi arkadaşların dışındakiler –onlara da saygımız var tamam da biz kendimize bakalım- inceledikleri her konuya post yapısal bakmak zorundadırlar.’ “Kullanılması, soruları daha sorulmadan cevaplara dönüştür[en evrensel kılıklı kategorilerden ancak bu yolla uzaklaşabiliriz.]”

Kısaca bayramla seyranla, devletle, aileyle, bireyle, toplumla başımız dertte. Başımı hiç derde sokmayayım diyenler içinse, Otto Rank’ın Eş Benlik’inden (çev. Gökçe Metin, Pinhan, 2016) bir alıntı paylaşayım: “... İnsanlar arasında yaşamayı amaçlıyorsanız, önce tüm gölgelerine ve ancak daha sonra paralarına saygı duymayı öğrenin. Sadece kendiniz ve vicdanınız için yaşamak istiyorsanız, ah, bu durumda hiçbir tavsiyeye ihtiyacınız yok.” (s.76)

Tavsiye istemiyorum, bırakın da okuyup yazayım.