Bal tutan parmağını, sükûnetle liyakate inanıp hakkının teslimini bekleyen avucunu yalar Türkiye’de. Girin bakın, çıkın gelin; devletten apartman yönetimine kadar kimlikler ve ilişkiler niteliklerin ve niceliklerin önünde gelir. Atı alan Üsküdar’ı, ülkeyi çalan okyanusu geçerken gözümüzün içine baka baka, yapılmayan festivalde içemediği birasına sızlanan gencin mızmız feryadı değil fütursuz feveranı belki kurtaracaktır geleceğini; ama (a)sosyal medyadaki değil, sosyal sokaktaki.
Your imagination
Is in an awful place
Don’t believe in manifestation
Your heart’ll break
Don’t you understand
Your mind is not your friend again
It takes you by the hand
And leaves you nowhere
“Your Mind Is Not Your Friend” feat. Phoebe Bridgers (The National)
Tasavvurun berbat bir yerde
Tezahüre inanma
Kalbin kırılır
Anlamıyor musun
Aklın yine dostun değil
Elinden tutar
Ve seni hiçbir yere bırakır
***
Mevsim cıvıl cıvıl. Güneş cayır cayır, güneyin suları tiril tiril, keyifler gıcır gıcır, ağustos böcekleri cırcır cırcır, Instagram fıkır fıkır, TikTok tık tık, kuşlar cik cik, bir zamanki adıyla Twitter’ın garibim mavi kuşu da öyle. Mavi kuştan her şeyin üzerini çizen kara bir “X”e roket hızıyla dönüş, zamanın ruhunu yansıttığı kadar ülkemizin de halini betimliyor sanki. İkisi arasındaki fark hız. İlki geceden sabaha, ikincisi yirmi yılda tencerede kaynayan kurbağa.
Toplumun kolektif ruh halini kendi pespaye varoluşlarının gri-bej bulamacına çevirmeye ahdetmişlerin yedirdiklerini hazmedebilse neşe dolacak insan bu mevsimde, ama olmuyor. Nasıl oluyorsa yaşamayı başardıkları neşeli günleri sonsuz teşhirle gününü gün edenler ya uzatmaları oynuyorlar ya da başlarına geçen güneşin etkisinden eylül-ekim gibi kurtulacaklar. Belki de değerlerin “yerli, millî ve ahlakî” saiklerle alaşağı, erdemlerle alay edildiği distopik mezarlıkta tepinerek battı balık yan gider danslarının şehvetindeler. Bir avuç ayrıcalıklı, nispeten az tasalı, eğitimli, şehirli, iyi halli azınlık da plazaların dört duvarına, özel okulların aidatlarına, güvenli sitelerin dikenli tellerine, konforlu otomobillerin kokpitlerine, akıllı telefonların ekranlarına sıkışa sıkışa gettolaştırılan mikro-hayatları hayat sanmaya devam edecek; ama nereye kadar?
Geçtiğimiz hafta yine olağan mahsulden bolca sundu ülkemize. Bir festival (Bursa’da gerçekleşecek Nilüfer Müzik Festivali) daha iptal edildi. Aynı kişiler aynı sesleri verdi, aynı suspuslar da aynı esleri. Festival ve konser iptalleriyle ilgili düşüncelerimi “Mesele festival değil, hâlâ anlamadın mı?” adlı yazımda ifade etmiştim. Festivallerin odağı olan müziğin sektörünün neden toplu hareket ederek bir şeyleri değiştiremeyeceğini de bu yazımda anlatmaya çalışmıştım. Müzik sektörümüzü kuşatan susanlar, puslular, susuzlar, sabunsuzlar, yancılar, yalancılar, çıkarcılar, çukurcular, yandaşlar, şarlatanlar, umut tacirleri ve kaput tamircileriyle ilgili düşüncelerimi de hemen hemen her hafta yazıyorum. Her festival iptalinde popülist bakış açısına sığınıp gençlerin kırılan hayallerinden dem vurmak etkili bir yaklaşım elbette. Ama gerek belediyelerce düzenlenen gerekse özel sektörün fonladığı festivallerin, konserlerin perde arkasında, karar mekanizmasına ve rant sarmalında dönenlere değmeden ve değinmeden, sadece bu iptallerden ve yasaklardan şikâyet etmek havanda su, alanda bağcı dövmekten ileriye götürmez. Bu tip olaylarda tek meseleyi sayıca fazla olanın mutluluğuna indirgemek, yani “gençler iki tane konser görüp mutlu olacaksa bunu oldurmaya giden her yol mübahtır” bakışı, hem kolaycı ve popülist, hem de statükocu ve dışlayıcı bir yaklaşımdır.
Olağan mahsulden örneklere devam edebiliriz. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne “taşfırın erkeği” (ne demekse!) Tamer Karadağlı’nın atanması pek çok bağra taş bastıran bir başka gelişmeydi. Kuzuyu kurda emanet ede ede ülkeyi kurtlar sofrasına çevirenlerin ziyafet masasının etrafında dolaşanlara ikbal dağıtma merasimleri başladı; üreme mevsimi geldi herhalde. Mustafa Kemal’in süleri güneylerde uyur olabilir ama düşman uyumaz. Bir gece ansızın çıkıveren kararnamelerle indir - kaldır, kes - biç, ye - iç operasyonları sürer tam gaz. “Ama bir saniye; tam da günü batırıyorduk!” Gün yarın da batar batmasına da sanat batarsa buranın dönüşeceği T.C. kültür bataklığından kimseler çıkamaz hale gelir. Zaten en “kültür-sanat” çevrelerde dahi yükseleni yaka paça indirmeye meyilli, kliklerin ve güç ilişkilerinin dayatmalarını her türlü iş etiğinden üstün gören koltuk yapışkanlılarının ayak oyunları süregelirken konuların asıl muhatapları üç maymun piyesini oynayınca tiyatrodan da medet umulmayacağı anlaşılır. İstanbul Kültür Sanat Vakfı himayesinde ve hatırı sayılır oranda kurumsal sponsorluklarla düzenlenen 18. İstanbul Bienali (2024) için genel teamül doğrultusunda vakfın danışma kurulunca belirlenip yönetime bildirilen Defne Ayas yerine yönetimce hiçbir gerekçe gösterilmeden Iwona Blazwick’in atanması bir şaşkınlığa sebep oldu. Bu atamanın ardından lütfen gelen nobran açıklamaysa görgü tanıklarını üzmüşe benziyor. Konunun iç yüzüyle ilgili fazla bilgim olmadığından sizleri Osman Erden’in değerli görüşler barındıran dünkü yazısına yönlendirmek isterim.
Bal tutan parmağını, sükûnetle liyakate inanıp hakkının teslimini bekleyen avucunu yalar Türkiye’de. Girin bakın, çıkın gelin; devletten apartman yönetimine kadar kimlikler ve ilişkiler niteliklerin ve niceliklerin önünde gelir. Atı alan Üsküdar’ı, ülkeyi çalan okyanusu geçerken gözümüzün içine baka baka, yapılmayan festivalde içemediği birasına sızlanan gencin mızmız feryadı değil fütursuz feveranı belki kurtaracaktır geleceğini; ama (a)sosyal medyadaki değil, sosyal sokaktaki. Toplaşmanın başkalarının sahneleri önünde ve sanal alemlerde değil caddelerde ve meydanlarda olanı makbuldür. Zamanında bunu derinden hissetmiş ve yaşamış olanlar şimdi patrondan maaşına zam ve ucuz bebek bezi kovalarken bugün onların yerindekiler uyuşmuş zihinleri ve boyun fıtıklarıyla yapay zekâ platformlarında üç büyüklerin transferlerini çarpıştırıyor. Bu da geleceğe dair hakiki umudu (sahnelerden üfürüleni değil) maalesef daha da baltalıyor.
***
Her yazıya iyi ve ışıldak şeylerden bahsedebilme umuduyla serinkanlı ve aheste yaklaşıp beyaz sayfayla karşılaştığımda harikulade bir duvara tosluyorum. Sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor” sözüyle biraz avunuyorum. Bir süredir haklarında yazmak istediğim onca grup, şarkı, müzisyen, şarkıcı var ama bir türlü sıra gelmiyor, ama gelecek. Bunlardan birisi de bugün 74. yaşını kutlayan usta gitarist, şarkı yazarı ve şarkıcı Mark Knopfler tarafından kurulan Dire Straits; kendime göre hiç çekinmeden “müziğin sahibi” diye nitelendirdiğim ender müzisyen, şarkıcı ve gruplardan biri. Gönül rahatlığıyla “iyi ki doğmuş”, kutlu olsun.
Öte yandan müzik sektörünü sorarsanız kendisi bildiğiniz gibi, afiyettedir. Yakın geçmişte 63 yaşında, uzun yol gemi kaptanı bir okuyucumun beni gülümsetirken ağlatan mektubunda bahsedildiği gibi, belki de bu gemiyi döndürmenin zamanı geliyordur. The National grubunun epeydir içinden çıkamadığım Your Mind Is Not Your Friend şarkısından bir alıntıyla başladığım yazıyı tesadüfen karşıma çıkan ve araştırdığımda hakkında ismi dışında hiçbir bilgi bulamadığım Derya Cesur isimli birine ait olduğu kanısına vardığım ve kendisinin Nazım Hikmet’e ithafen yazdığını anladığım şu dizelerle bitirmek isterim. İyi pazarlar!