Taksim bir savaş alanı. Devrimcilerin, Cumhuriyetçi Kemalistlerin, 27 Mayısçı askerlerin şimdi de muhafazakârların ele geçirmek, sahibi olmak istediği bir savaş alanı. Yarım asır önce yeniden tasarlanan İstanbul kentinin kalbi burası olduğu için böyle. Beyazıt Meydanı yerine Taksim'i koyanlar nasıl kentin hafızasını 'resetlemek' istedilerse, oraya sahip olmak isteyenler de o hafızada daha kalıcı ve etkili bir yer edinmek istiyor. Bakmayın yeni bir devlet kurulduğu tartışmalarına. Herkes hâlâ bu cumhuriyetin değerini biliyor, o nedenle şimdi de muhafazakârlar Taksim'in tek sahibi olmak istiyor.
Taksim bir savaş alanıysa AKM de o alana hâkim tepe. Buradaki savaşın simgesi. Çatışmaların ağırlık merkezi başka konulara, yerlere kaydığından olsa gerek, bir süredir öylece terkedilmiş duruyor. Kıbrıs'taki Maraş bölgesi gibi... Maraş bir gün yerleşime açılacağını biliyor, tarafların uzlaşacağını ve savaşın çoktan bittiğini. Atatürk Kültür Merkezi binası ise yıkılacağı günü bekliyor. Bitmeyen bir tartışmanın, çatışmanın odağında olduğundan, artık kendisi için mutlu son ihtimali kalmadığının farkında.
2000'lerden bu yana o kadar çok tartışıldı ki AKM. O zaman savunulan fikirlerin hatırına şimdi yine yeniden bir AKM yazmak zorunlu görünüyor. Hayır aslında fikirlerden daha önemlisi, hatıralar. En çok onların hatırına konuşmak, anlatmak, anlatmak gerek.
Büyük salonda izlediğim onca temsilin, sayısız festival açılışının, kimini uyuklayarak seyrettiğim görkemli operaların, müziği öğrenmek için müdavimi olmaya çalıştığım sabah 11.00 konserlerinin, kıt kanaat bütçelerle alınmış DT ve Film Festivali biletlerinin hatırına... Büyük salonda Fazıl Say'ın Nazım Oratoryosu'nun ilk seslendirildiği gecenin, Pina Bausch'un Nefes'iyle nefesimizin kesildiği o temsilin hatırına. Sergi salonunda bana Fluxus'un kapılarını açan 4. Bienal'in ve AKM'yi bizzat bir sanat nesnesine dönüştüren 10. Bienalin hatırına... O müthiş insan Ömer Uluç'la büyük tuvallerinin hareketli heykellerinin arasında oturup sohbete daldığımız günün hatırasına... Aziz Nesin sahnesi adı verilen bodrumdan bozma tiyatroda izlediğimiz onca harika oyunun, mesela şimdi Rıza Baba diye TV yıldızı olan Zafer Ergin'in oynadığı Woody Allen'ın 'Tanrı'sının hatırına... Sinema salonunda 12 Eylül buldozerini anlatan Bütün Kapılar Kapalıydı filminden çıkarken tüm hüznüyle Aslı Altan'ı, üstelik filmde giydiği süet botlarla karşımızda gördüğümüz o anın hatırına. Gölgesinde buluştuğum dostlarımın, sevgilimin, o zaman benim gibi genç olan herkesin hatırına. Unutulmaz dev 1 Mayıs afişinin ya da çeyrek asır sonra bütün cephesini kaplayan Gezi sloganlarının, yani benden önce ve sonra genç olanların hatırına; AKM'yi savunmak gerek.
NE BİLİM NE DE HUKUK
Yapıldığı dönemin mimari anlayışını, erken Cumhuriyet döneminin kültürünü ve estetiğini yaşatan, dekorasyonu, seramik panoları, merdiveni, hatta mobilyalarıyla korunması gereken bir yapı olması, işin bilimsel yanı. Zaten bu nedenle 2007'de Koruma Kurulu tarafından 1. derece tarihi eser olarak tescil edilmişti. Yani içiyle dışıyla dokunulmayacak anıtsal bir kültürel miras olduğuna karar verilmişti. Bu kararın hangi mahkeme ya da üst kurul ya da başka bir kurum tarafından etkisiz bırakıldığını ben hâlâ anlamış değilim. Koruma Kurulu üyeleri de, yapının ayakta kalmasını savunanların tümü de AKM'nin hem onu yapanlar hem yaşatanlar, yani kentin hayatında, orada temsil izleyenlerin ve sahneye çıkanların yarattığı kolektif bellek ve sahip çıktıkları değerler adına korunması gerektiğini biliyordu. Koruma kuralları bunun için var, kentlerin bir kültürü olsun, uluslar kendileriyle barışık toplumlar olarak ayakta kalabilsin diye. 'Çirkin' gibi subjektif, geçici yargılarla anlık kararlar verilmesin, kentlerin orada yaşayanların ortak kimlikleri zarar görmesin, kültürleri kendi birikimlerini oluşturabilsin diye. 'Çirkin', peki kime, neye göre 'çirkin'. Bir anıt yapıyı yıkıp yok etmek için böyle matrak bir sebep olabilir mi?
Bu ülkenin AKM'yi yıkmak yerine tamir etmesi, depreme dayanıksızsa güçlendirmesi, köhnediyse yenilemesi, işlevsizleştiyse yeniden işlevlendirmesi gerekirdi. Bunun farkında olanlar vardı tabii ki ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti döneminde neredeyse oluyordu da... Kendi sanatçılarıyla kavga etmesiyle bilinen Kültür Bakanı Atilla Koç yıkılması için gerekçeler üretmekle uğraşırken daha sonra iktidar partisi ile kültür dünyası arasında bir köprü olmayı başaran Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, çözümler üretmeye uğraşmıştı. Sponsorlar bulunmuş, projeler çizilmiş AKM restoranı, hareketli cephesi, sergi ve temsil salonlarıyla 24 saat yaşayan güncel bir kültür merkezi olarak yeniden tanımlanmıştı. Ama olmadı. O kültür savaşları sırasında iki, üç ateş arasında kaldı ve böylece cezalandırılıp ölüme terkedildi...
Şimdi AKM'yi yıkıp daha büyüğünü daha modernini yapacaklarmış. Bu çok uzamış mesele, kültür dünyasının salonsuz kalmasına neden oldu. Adeta, AKM gibi bir başka sahnesi olmayan bu kent cezalandırıldı. Biliyorum ki anlı şanlı sanatçılar, entelektüeller bile zamanla AKM'nin 'çirkin' olduğuna kendilerini ikna etti. Artık bu yoksunluk sona ersin diye 'razı' oldu diyelim ya da... Oysa İstanbul'a yeni bir AKM yapılacaksa kentin bir başka yerinde yapılabilirdi. İstanbul iki büyük kültür merkezinin bile az geleceği bir yer...
AKM'ye o kazma vurulmadan önce, bir kez daha hatırlamak, hatırlatmak istedim. Hep birlikte orada geçen zamanı anımsayalım, sadece önünden geçip gittiysek bile onun olmadığı bir Taksim Meydanı'nın bizim gençliğimizin Taksim Meydanı olmayacağını bilelim diye...
BEN DEDİYDİM LİNKLERİ
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cem-erciyes/akmde-sil-bastan-964067/
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cem-erciyes/akm-siyasi-bir-mesele-oldu-1010025/