AKP belediyeciliği: Nereden nereye...

AKP kadroları, 1994 yerel seçimlerinde zaferini ilan ederken Milli Görüş belediyeciliği ilkelerini esas almışlardı. 2002 seçimlerine giderken hazırlanan seçim bildirgesiyle AKP’li belediyeler de Milli Görüş belediyeciliğinden uzaklaşarak, kendilerinden öncekiler gibi yerel yönetim hizmetlerini piyasalaştıran, rantçı bir anlayışı uygulamaya başladı.

Abone ol

Özgür Müftüoğlu

23 Haziran’da 800 binden fazla oy farkıyla İstanbul seçimlerini kaybetmesi, AKP’nin 1 Kasım seçimlerindeki yenilgisini perçinledi. Bu yenilgi üzerine Erdoğan’ın ilk açıklaması “31 Mart ve 23 Haziran’ın muhasebesini yapacağız” oldu. Böylesine hezimete dönüşmüş bir yenilgi sonrasında yapılacak en aklıselim iş, yenilginin muhasebesinin yapılması yani yenilgiye götüren nedenlerin masaya yatırılmasıdır elbette. Ancak 31 Mart, 23 Haziran seçimlerinin muhasebesini yapmak, yenilginin gerçek nedenlerini ortaya koymak için yeterli değildir. Hele ki halkın, 25 yıldır yerel yönetimlerde, 17 yıldır da ülke yönetiminde bulunan AKP’nin muhasebesini yaptığı bir seçimin ardından...

Özellikle Türkiye’nin en büyük kentinde seçimin iptal edilip yinelenmesi ve bu süreçte AKP’nin uyguladığı toplumu kutuplaştıran seçim stratejisi neticesindeki 23 Haziran seçimleri, AKP ile birlikte cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi için de bir güven oylamasına dönüştü. Sonuç olarak AKP sadece büyük bir farkla İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’nı kaybetmedi; 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında iktidarda tutunmak için izlediği ve Türkiye’yi bir rejim değişikliğine götüren politikalarının, toplumun çok geniş kesimlerinden onay almadığını da gördü.

31 Mart ve 23 Haziran seçimleri, ulusal siyasette yarattığı sonuçları itibariyle son derece önemli olmakla beraber, seçimin yerel yönetim siyasetine ilişkin olarak ortaya çıkardığı tabloyu da göz ardı etmemek gerekir. Hele de AKP’nin Türkiye’nin 17 yılına damga vuran iktidarını yerel yönetimlerde sağladığı halk desteğiyle elde etmiş olduğu düşünüldüğünde… Bu bağlamda yerel seçimlerde yaşadığı hezimet sonrasında AKP için yapılan “Yerel yönetimlerden geldiler, yerel yönetimlerden gidecekler” yorumuna katılmamak mümkün değildir. Zira Cumhuriyet’in -görüntüde de olsa- laik devlet yapısı içinde “marjinal” olarak kabul edilen Milli Görüş geleneğinden gelen AKP’nin tek başına iktidara yürümesinin yolunu açan, Refah Partisi (RP) olarak girilen 1994 seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere yerel yönetimlerin kazanılması olmuştur. Süreci kısaca hatırlayalım:

RP’nin devamı olan Saadet Partisi (SP)’nin ortaya koyduğu belediyecilik anlayışıyla elde edilen toplumsal destek (bu süreçte Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı olarak en önemli figürdür), SP’den ayrılan kadroların kurduğu AKP’yi 2002 Kasım seçimlerinde tek başına iktidara taşıdı. AKP, hükümet ettiği süre boyunca, nüfusun çok büyük bölümünün yaşadığı bölgelerin yerel yönetimlerini de elinde bulundurdu. Gelin görün ki yerel yönetimler üzerinden ülke yönetimini ele geçiren AKP, OHAL’e dayanarak önce HDP’li, daha sonra kimi AKP’li belediyelerde seçilmiş başkanları görevden alıp yerine kayyum atadı. HDP’li belediye başkanları görevden alınmakla kalmayıp özgürlüklerinden de mahrum bırakıldı. Kısacası, halk iradesini yok sayan AKP, oligarşi eline geçince demokrasinin, hukukun en temel ilkelerini dahi ayaklar altına alarak, içinden geldiği Milli Görüş hareketinin devlet oligarşisini aşmasını sağlayan yerel siyaset kanalını da kapatma yoluna gitti. 31 Mart’ta İstanbul seçimlerinin hiçbir hukuki, vicdani gerekçe olmaksızın, keyfi olarak iptal edilmesi ve seçilmiş belediye başkanının mazbatasının elinden alınması da tüm bunların üzerine tüy dikti.

MİLLİ GÖRÜŞ BELEDİYECİLİĞİNDEN NEOLİBERAL POLİTİKALARA

31 Mart seçimlerinin ardından AKP’nin kaybettiği (kendi yönettiği ya da kayyum atadığı) belediyelerde yeni yönetimlerin ortaya serdiği bütçe hesapları, AKP’nin uğradığı hezimetin sadece ülke siyasetindeki desteğinin azalmasını değil yerel yönetimlerdeki çürümüşlüğün sonucu olduğunu da gösterdi. AKP’den özellikle CHP ve HDP’ye geçen belediyelerde AKP’li yönetimler döneminde belediye bütçelerinin yandaşlara -kişi, şirket, vakıf, dernek vs.- aktarıldığı, lüks harcamalarla talan edildiği ve bunun neden olduğu devasa borçlar açığa çıktı. Oysa bugünkü AKP kadroları, 1994 yerel seçimlerinde zaferini ilan ederken 1980’li, 90’lı yıllarda sosyal devletin çözülmesi, artan yolsuzluklar ve kentlere yönelen hızlı göç dalgasının kentlerde yarattığı güvencesiz ve yoksul nüfus patlamasının yaratmış olduğu toplumsal sorunların çözümü olarak görülen Milli Görüş belediyeciliğinin şu beş ilkesini esas almışlardı:

  1. Menfaat değil hizmet anlayışında olmak;
  2. Halkla beraber olmak (dertdaş başkan, kapısı açık belediye, beyaz masa, halk meclisi);
  3. Önce ahlak ve maneviyat (herkese adalet, herkese hizmet, hemşehricilik ve bölgecilik yapmamak);
  4.  Tekeden süt çıkartmak (kaynak bulmak, rüşvet ve israfın önlenmesi);
  5. Belediyeler arası yardımlaşma.

Milli Görüş belediyeciliği, devletin neoliberal politikalarla sosyal politikaları terk etmesine karşılık, yerel düzeyde sosyal yardımı içeren bir programı çözüm olarak ortaya koyuyordu. 1980 sonrasında yerel yönetimler, iktidar partilerinden olsun olmasın, merkezi idarenin benimsediği politikaların dışına çıkmamışlardı. Sosyal demokrat ya da halkçı olduğunu iddia eden SHP, CHP, DSP’li belediye başkanları da bu sürece dahil olmuştu. Örneğin 1989-1994 yılları arasından büyük kentlerin hemen tümünü elinde bulunduran SHP’li belediyeler ilk kez kapsamlı olarak belediye hizmetlerinde taşeronlaşmayı başlatmakla kalmamış, bir önceki dönemde yerel yönetimlerde bulunan ANAP’lı belediyelerin rant politikalarını da sürdürmüşlerdi. Yani devletin sosyal işlevlerinin tasfiye edildiği bir süreçte kentlere yönelen göçün de etkisiyle artan toplumsal sorunlara çözüm üretemedikleri gibi, sorunları daha da derinleştirmişlerdi. Dolayısıyla Milli Görüş Hareketi’nin temsilcisi RP’nin 1994 seçimlerinde elde ettiği başarıda, SHP’li yerel yönetimlerin neoliberal politikalar doğrultusunda belediye hizmetlerini piyasaya açmasının ve toplumun sorunlarına çözüm üretememesinin etkisi büyük olmuştu.

Birçoğu AKP’yi kuran ve bugün yönetimlerde yer alan kadroların uyguladığı Milli Görüş belediyeciliği, merkezi hükümetin terk ettiği sosyal politikaları üstlendi ve bunu büyük ölçüde “inanç temelli” STK’lerle (cemaatlerle) işbirliği içinde yaşama geçirdi. Ancak 2001 yılında Milli Görüş’le bağlarını tamamen kopararak siyaset sahnesine yeni bir parti olarak çıkan AKP, parti programıyla ve 2002 seçimlerine giderken hazırladığı seçim bildirgesiyle - Kemal Derviş’in alt yapısını oluşturduğu – neoliberal yapısal uyum programını uygulayacağını taahhüt etti. Bu doğrultuda AKP’li belediyeler de Milli Görüş belediyeciliğinden uzaklaşarak, kendilerinden öncekiler gibi yerel yönetim hizmetlerini piyasalaştıran, rantçı bir anlayışı uygulamaya başladı. Bu anlayış ile yürütülen belediyecilik bilindiği üzere, bugün halkın paralarıyla oluşan belediye bütçelerinin yandaşlara aktarıldığı, lüks harcamalarla talan edildiği bir hale dönüştü.

CHP ÜLKE YÖNETİMİ İÇİN ALTERNATİF OLACAK MI?

İşte, 31 Mart ve 23 Haziran’da halkın sandığa gömdüğü; AKP’nin sadece merkezi yönetimdeki politikaları değil, “Gönül Belediyeciliği” olarak makyajlanmaya çalışılan bu “talan belediyeciliği” olmuştur!

2019 yerel seçimleri, nüfusun büyük bölümünün yaşadığı bölgelerde yerel yönetimleri kazanan CHP’nin önüne çeyrek yüzyıl sonra büyük bir fırsat çıkartmıştır. CHP’li belediyeler, Kılıçdaroğlu’nun 23 Haziran sonrasında yaptığı “89 travmasını yaşamak istemiyoruz!” açıklamasını da dikkate alıp geçmişten dersler çıkararak ve ‘toplum için belediyecilik’ şiarıyla bu fırsatı değerlendirerek hem belediyecilik anlayışı için hem de ülke yönetimi için bir iktidar alternatifi olabilecek midir? Bu sorunun yanıtını önümüzdeki süreçte hep birlikte göreceğiz.