İktidarı demokratik seçimler yoluyla devralmaya aday bütün
siyasi partilerin temel sorusu olması gereken başlıktaki soru
sorulmadan seçimlerin, seçimde yarışacak adayların konuşulması en
hafif deyimle büyük bir siyasi öngörüsüzlüktür. Gerek 7 Haziran
seçimlerinin ardından, gerekse 16 Nisan plebisiti öncesinde ve
sonrasında yaşananlar biçimsel demokrasinin temel şartı olan adil
seçimlerle iktidarın değiştirilebilmesinin olanakları üzerine gölge
düşürmüştür. Seçim ve adaylar üzerine gündelik siyasi uğraşlarına
gömülmüş siyasi parti ve hareketleri bir kenara koyarsak bütün
Türkiye halkının gelecek seçimlere ilişkin gerçek sorusu budur.
BU SORU NEDEN GERÇEK BİR SORUDUR?
Bu soru, iki yönüyle gerçek bir sorudur. Birincisi, AKP lideri
Erdoğan ve ona bağlı parti teşkilatı, kendisini Türkiye devleti
olarak görmektedir. İçişleri Bakanı Soylu önderliğinde seçimle
gelmiş belediye başkanları tutuklanmış, yerlerine birçoğunun AKP
ile ilişkisi gazetelerde yazılmış “kayyum”lar atanmıştır. Muhalefet
partilerinden milletvekilleri cezaevlerindedir. Siyasi muhalefetin
en güçlü isimlerinden Selahattin Demirtaş, mahkeme kararı olmadan
AKP lideri Erdoğan tarafından “terörist” olarak yaftalanmıştır ve
cezaevinde rehin tutulmaktadır. Özgür ve adil bir seçimin temel iki
öznesinden biri olan tarafsız basın yok edilmiş; yargı ise rejimin
hiyerarşik astı konumuna itilmiştir. Sadece bu kadar değil, AKP
teşkilatının ve liderinin kendi iktidarlarının sonrasına ilişkin
“gerçek korkuları” vardır. Adım adım örülmüş tek adam rejimi,
ülkede yüz binlerce mağdur yaratmış, anayasanın çekirdeği olan laik
ve demokratik cumhuriyet ilkesini askıya almıştır. Uluslararası
ilişkilerdeki maceracılığın bizzat devletin kaynaklarında ve bu
macerayı izleyen başka kaynaklarda nasıl belgelendiğini bilmiyoruz.
Ülke, içeride İslamcı yeni Türkiye Rejimi ve dışarıda yeni Osmanlı
hülyalarıyla, gerçeklikle bağı her gün azalan bir siyasi iktidarın
bütün anayasal bağlarından kurtularak sürüklediği bir katar
gibidir. İktidar değişikliği ise rejimin liderinden, bürokratına;
parti yöneticisinden partiden emir alan yargıç ve rektörlere kadar
herkesi korkutmaktadır.
Sorunun gerçekliğinin ikinci yönü ise seçmen desteği her geçen
gün azalan bir siyasal rejimin demokratik bir seçimle
sonlanabileceğine inandırılması gereken kitleler sorunudur. Bu
gerçek, ülkenin geleceğine dönüktür; AKP dışında bir seçenek
görmemiş gençlere, AKP kendileri için hiçbir zaman seçenek olmamış
kadınlara, özgürce, onurlu ve öngörülebilir bir geleceğe sahip
olmak isteyen bir halka dönüktür. Bu sorunun karşılığı, devletin
bütçesinin belediyelerde parti bütçesi gibi kullanılarak dağıtılan
sosyal yardımların AKP’nin gidişiyle bitmeyeceği, çalışarak
yaşamlarını kazanan taşeron işçilerin AKP üyesi olmadan güvenceli
olarak ve onurlu biçimde işlerine devam edebileceği, hiçbir ailenin
parasızlıktan çocuğunu adı tecavüzle anılan cemaat yurtlarına
göndermek zorunda kalmayacağıdır. Her geçen gün artan OHAL
hukuksuzluklarına dur denileceğidir bu sorunun karşılığı; küçük bir
imtiyazlığı azınlığın diz çöktürdüğü Sünniler, Aleviler, Türkler,
Kürtler, güvencesiz milyonların haysiyeti, geleceğidir. 16 Nisan’da
Hayır çalışması yaparken engellenmiş, gözaltına alınmış gençlerdir,
kadınlardır, evet oyunun fotoğrafı istenen memurlardır, işçilerdir;
oylarının gasp edildiğini düşünen milyonlardır.
TARİHSEL VE YAKIN BİR ÖRNEK: HÜRRİYET
MİSAKI
Türkiye tarihinde adil seçimin anayasal güvence altına alınması
talebini iktidar değişikliği ile taçlandıran, ülkeyi kansız biçimde
tek parti rejiminden biçimsel demokrasiye taşıyan ilk parti
Demokrat Parti’dir. Demokrat Parti Birinci Kongresi’nde yayımladığı
Misak ile demokratik ve güvenceli bir muhalefet için taleplerini
sıralamıştır: Yurttaşların hak ve özgürlüklerini kısıtlayan
anayasaya aykırı kanunların ayıklanması; vatandaş oylarını
güvenceye almak için seçim kanununda değişikliklerin yapılması;
cumhurbaşkanının partisiyle ilişiğinin kesilmesi. Bu taleplerin
karşılanmaması halinde milletin sinesinde siyaset yapılacağı Kongre
tarafından deklare edilmiştir. Bu deklarasyon uygun bir konjonktür
içinde tek parti rejiminden usanmış birbirinden çok farklı
çıkarlara sahip halk kitlelerine umut olmuş ve 1950’de Türkiye tek
parti rejimini sonlandırmıştır. Sonradan tek parti rejiminin
yöntemlerini benimsese de DP’nin 1946-1950 arasında yarattığı halk
hareketinin gücü, işte bu kararlılıktan gelmiştir.
ÖNCE AKLA DAVET
Eğer iktidarın demokratik yollarla devrine ilişkin soru gerçekse
Türkiye’de herkes akla davet edilmelidir. Evet hukuk değil bu defa,
ona ulaşmadan önce başka bir şeye ihtiyacımız var: akıl… On yedinci
yüzyılın bütün burjuva ideologlarının bahsettiği, herkesin herkesi
öldürebildiği, adil ve doğru olanın güç ile belirlendiği bir doğa
durumuna karşı barışı getirebilecek bir akıl. Dolayısıyla özellikle
iktidar şebekelerinde yer almış ve korku ile kuşatılmışlara bir
davettir bu, çünkü akıl yerine korku ile atılan her adım ülkeyi
kaosa sürüklemekte, kendi korkularını büyütmekten başkaca bir işe
de yaramamaktadır. Bu gerçek soru görkemli bir baraj duvarı gibi
dururken aday ve seçim tahlillerine boğulmuş muhalefetin de
ihtiyacı olan şey akıldır. Ana akım iktisatçıların ölçtükleri şey
dışındaki her şeyi paranteze almak için kullandıkları bir terim
var: Ceteris paribus, yani diğer tüm durumlar sabitken. Bu el
çabukluğunun sonu felakettir. Çünkü adil seçim güvenceleri olmadan
hiçbir durumu sabitleyemezsiniz. 2019 ya da daha muhtemel bir erken
seçime bu güvenceler sağlanmadan girmek, soruya kendi cevabını
verememek olacaktır.
Bugün Türkiye’deki herkes tarafından yükseltilmesi gereken temel
talep, referandumdan sonra yükseltilmesi gereken talep neyse,
adalet mitinginde yükseltilmesi gereken talep neyse odur. OHAL
kaldırılmalıdır. OHAL koşullarında yapılacak bir seçim daha kabul
edilmemelidir. Halkın en az yüzde kırk dokuzu gözünde meşruiyetini
yitiren Yüksek Seçim Kurulu’nun üyeleri nisbî temsil yoluyla
yeniden belirlenmeli, kuruma meşruluk kazandırılmalıdır. Devletin
televizyonu TRT’nin parti yayın organı gibi çalışmayacağının
güvencesi verilmeli, tutuklu gazeteciler serbest bırakılmalıdır.
Anayasa askıya alınarak kaldırılmış olan milletvekili
dokunulmazlıkları sorunu çözülmeli, vekiller serbest
bırakılmalıdır. Kayyumlar aracılığı ile yaratılan korku iklimi
dağıtılmalı, makamlar gerçek temsilcilerine teslim edilmelidir.
Memurlarından oy fotoğrafı isteyen amirlerin görevden alınacağı;
aynısını işçilerine yapan taşeronların ihalelerinin iptal edileceği
yasal kayıt altına alınmalıdır.
Elbette öncelik OHAL’in kaldırılması, YSK’nın bağımsız ve meşru
bir kurum haline getirilmesi, özgür basının anayasal güvencelerine
kavuşturulmasıdır. Gerçek bir seçim ancak böyle mümkün olabilir.
Çünkü bunlar, temsili demokrasinin olmazsa olmaz koşullarıdır.