2000’li yılların ilk çeyreğine doğru yaklaşılırken sistem dönüşmeye, AKP iktidarı döneminden AKP’nin İktidarı dönemine, muhafazakâr demokratlıktan reistokratlığa[1] doğru geçilecektir. Bir Milli Şef Replikası olarak adlandırılabilecek CBHS ile birlikte bu otoriterleşme, hükümet sistemindeki bir tadilatı da beraberinde getirecektir. Bu süreci elbette hukuki olarak değilse de fiili olarak başlayan Dördüncü Koalisyonlar dönemi takip edecektir.
Şu noktanın altının mutlaka çizilmesi gerektiğini düşünüyorum: sistemdeki bu otoriterleşme, otoritesini pekiştiren bir lider/partinin bunu kurumsallaştırması, kalıcılaştırması şeklinde tezahür etmedi. Tersine, otoritesini kaybetmekte olan, ekonomideki kötü gidişatı durduramayan, uluslararası platformlarda inandırıcılığını yitiren, hatta 2015 Haziran seçimlerinde görüldüğü gibi ülke içindeki iktidarını da bizzat yitirme tehdidi ile yüz yüze gelen Reis’in tüm bu gidişatı ötelemek, örtmek, engellemek için içine düştüğü bir tek/yalnız adamlaşma (reistokratlaşma olarak da okunabilir) olarak tezahür edecektir. Erdoğan’ın otoriterleşmesi, Erdoğan’ın otoritesini yitirdikçe kendini iktidara hapsetmesi ve yalnızlaşmasının bir türevi, “reistokratlaşması” olarak ortaya çıkacaktır. Hatta 2015’te başlayıp 2018’de adı konan Dördüncü Koalisyon Dönemi’nin bile, bir fiili koalisyon olarak Erdoğan’ın azalan gücünü pekiştirme amacı taşıdığını belirtmiştim.
Bu süreçle ilgili şu noktaların altını çizebilirim
1- AKP; kurulduğu tarihten bugüne, herhangi bir sağ parti, sağ partilerden herhangi biri olmadı. İktidarda olmanın ve konjonktürün de verdiği avantajla, bir sağ partiler-konfederasyonu gibi davrandı. Sadece Süleyman Soylu ya da Numan Kurtulmuş gibi son dönemde parti içerisinde öne çıkan isimleri kastetmiyorum. Bülent Arınç ya da Abdülkadir Aksu da dâhil olmak üzere birçok ismi de hatırlamanızı isteyeceğim. Parti, teknik olarak Fazilet Partisi içerisindeki liderlik yarışından sonra yaşanan bölünmeye müteakip Tayyip Erdoğan’ın liderliğindeki bir ekip tarafından kurulmuştu. Ancak iktidarda kaldığı süre içerisinde parti bir sağ koalisyon hâline geldi. 2002 yılından bu yana yapılan seçimlerde sağın aldığı oyları, 1983 sonrasında yapılan seçimlerde sağın aldığı oylarla karşılaştırdığımızda da AKP’nin bu niteliğini açıkça görebiliriz. Üç aşağı beş yukarı AKP’nin 2002’den bu yana aldığı oylar, 1983 sonrasında sağın aldığı toplam oylara oldukça yakındır. Sağ, bugün ana hatlarıyla AKP içerisinde temsil edilmektedir.[2] Bu ayrıntı neden önemli? Çünkü Tayyip Erdoğan kendi önderliğinde, Fazilet Partisi’nden bölerek kurduğu, kuruluşunun her adımında emeğinin, belirleyiciliğinin olduğu AKP’de tek adam olmak istiyor. Ancak geçen 14 yılın ardından AKP, artık o AKP değil. Kuruluşunda da belirgin olan sağ konfederasyon karakteri geçen yıllar içerisinde artık AKP’nin temel niteliği hâline gelmiş durumdadır.
2- Tayyip Erdoğan’ın tek adamlığına yönelik tepkinin tek kaynağı AKP’nin niteliği (sağ konfederasyon) değildir. CBHS ile ilgili tartışmalar da bu noktada önemlidir. CBHS ile ilgili gündem, AKP’nin sağ-konfederasyon niteliğine, bu da Erdoğan’ın tek adamlık tartışmalarına eklemlenerek birbirlerinin içine girerler. Her bir tartışma birbirinden etkilenen, birbirini etkileyen, tetikleyen unsurlardır. Türkiye’de cumhurbaşkanları ve başbakanlar arasındaki güç dengesi 1950 yılında değişmiştir. Cumhurbaşkanı seçilmesinin akabinde Bayar, Demokrat Parti (DP) tüzüğünün bir gereği olarak parti üyeliğinden istifa etmiş; bu gelişme artık yeni genel başkanın cumhurbaşkanı değil de başbakanlar olmasının önünü açmıştır. Darbe dönemleri de dâhil olmak üzere, Türkiye siyaseti artık cumhurbaşkanları üzerinden değil başbakanlar üzerinden okunmaya başlanacak, siyasetin direksiyonunun tepesinde başbakanlar yer alacaklardır. Daha önce ele aldığımız bir konu olduğu için hatırlatmakla yetiniyorum.
3- Bu değişim aslında değişmeyen bir noktanın da altını çizer. DP’yle cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasındaki güç dengesi değişir; başbakanlar siyasetin belirleyicileri hâline gelirler. Ancak değişmeyen şey, parti genel başkanlarının (Erken Cumhuriyet Dönemi’nde bu kişi cumhurbaşkanı, DP ve sonrasında ise artık başbakandır) parti örgütü üzerindeki hâkimiyeti, parti içerisindeki güç dengeleri üzerindeki belirleyiciliğidir. Nitekim ilçe teşkilatlarından parti merkez karar yürütme kurullarına kadar partilerin içlerindeki örgütsel zincirde parti genel başkanlığının belirleyiciliği hiçbir zaman değişmemiş, aynı kalmıştır. O parti içerisinde siyasî yaşamına devam etmek isteyen kişinin parti genel başkanı ile -bir şekilde- uygun bir mod tutturması gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Bu da siyasal partilerdeki lider ve örgütsel değişimi, partilerin türbülans dönemleriyle sınırlandırmaktadır. Bir başka ifadeyle, partiler ancak kendi içlerinde yaşadıkları siyasal sarsıntı, çalkantı dönemlerinde lider değişimini gerçekleştirebilmiştir. Diğer dönemlerde kurultaylar, bir nevi 23 Nisan Törenleri, partinin tek yumruk tek yürek olduğunun dosta düşmana gösterildiği iman tazeleme törenleri olma özelliğini nadiren aşmışlardır. Sadece yakın tarihimizde, Deniz Baykal’ın CHP’den ayrılışı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) içerisindeki liderlik/kurultay tartışmaları da Türkiye’deki siyasal parti liderliğinin ve buna bağlı örgütsel dönüşümün ne kadar sarsıntılı olduğunu göstermesi açısından önemlidir -belki şimdi de buna AKP içinde Sedat Peker ile başlayan Erdoğan sonrası mücadeleyi ve Saadet Partisi (SP) içerisindeki tartışmaları da eklemek gerekecektir.
4- Tayyip Erdoğan ve danışmanları Türkiye siyasî hayatının bu değişmeyen realitesinin elbette farkındadır. Özetleyeyim: Parti örgütlenmesi üzerinde kim denetim sahibiyse ilçe/il teşkilatlarından, milletvekili aday adaylarına, MYK’dan diğer tüm parti organlarına kim/ler belirleyici olabiliyorlarsa siyasal yapıda da onlar etkili olabilmektedirler. Türkiye’de cumhurbaşkanlığı etkili, önemli, saygın… bir mevkidir ancak bu kadar, fazlası asla değil. 1950’den bu yana siyaset, önemli, saygın cumhurbaşkanları tarafından değil ne kadar eleştirilirse eleştirilsinler ne kadar beğenilsin ya da beğenilmesin, parti örgütü üzerinde söz, yetki, karar sahibi olan genel başkan ve onun etrafında şekillenen parti oligarşisi elindedir. Unutmadan hatırlatalım ki Robert Michels’in oligarşinin tunç kanunu olarak adlandırdığı bu yapı, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada geçerlidir. Tabii ki Türkiye’deki gibi değil ama belki de en fazla ülkemizde geçerlidir.
5- Tayyip Erdoğan’ın isteği, bir cumhurbaşkanının yetki ve saygınlığı ile bir genel başkanın parti örgütü üzerindeki (ve dolayısıyla da siyasal yapının geneli üzerindeki) hâkimiyetini bir araya getirmektir. Bu AKP’yi bir siyasal özne olmaktan çıkaracak, Tayyip Erdoğan’ın oynadığı siyasal satrançtaki taşlardan biri hâline getirecek; özetle bir siyasal özne olarak AKP’yi siyasal yapıdan tasfiye edecek bir girişimdir.
CBHS'Yİ HAZIRLAYAN ZEMİN
Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ İktidarı (AKP) döngüsü 2002’de başlamıştı; bu sefer 13 yıl sonra, 2015’e gelindiğinde, siyasal yerkürenin yeni magma hareketi tekrar devreye girmeye; yeryüzünü -siyasal zemini- şekillendirmeye başladı. Bir başka ifadeyle, Türkiye siyasetinin helezonları 2015 yılında yeni sarmala, menstrüasyon döngüsüne girmeye başladı ama magmanın bu döngüsüne verilen reaksiyon öncekilerden bazı açılardan farklı oldu. Bu yeni reaksiyonu (en genel çerçeve manasında) zemin başlığında tartışmak daha doğru olacaktır. “Zemin”i CBHS’yi mümkün kılan, kurumsallaştıran “sahne” yani mühürsüz referandum; sahne ile ilgili tartışmaları da o sahnedeki “üç haziran bir bağlam” temsil/oyun(lar)ı ile ilgili tartışmaları takip edeceklerdir.
Gezi Direnişi 2013 Haziran’ında başlar ve ağustos sonuna kadar devam eder. Bu tarih Barış Süreci’nin (16 Aralık 2012) taşlarının döşenmeye başladığı, Mart 2013’te fiilî ateşkesin tesis edildiği tarihten hemen sonrasıdır. Hemen sonrasıdır ama aynı zamanda Barış Süreci ile Suriye’de 15 Mart 2011’den sonra şekillenen iç savaşın yollarının PYD-YPG üzerinden kesiştiği bir dönemdir de. 2014 yılına gelindiğinde tüm bunların üzerine (nihai hesaplaşması 15 Temmuz 2016’da görülecek olan) İslamcı Gülen Hareketi darbesinin taşları döşenmeye başlanır. İşte 10 Haziran 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın beklenenin çok ötesinde oy aldığı seçimler ve peşinden 7 Haziran 2015’te Hükûmetin fiilen yıkılışı tüm bu süreçlerin üzerine tuz biber eker.
Bir başka ifadeyle, Anayasa değişikliği ve CBHS garabeti, yani 16 Nisan 2017 Referandumu; Gezi (28 Mayıs-20 Ağustos 2013), Çözüm Süreci (2012 sonrası) ve Suriye İç Savaşı (15 Mart 2011) sonrasında Gülen Hareketi-AKP ilişkilerinin iyiden iyiye bir kan davasına dönüştüğü (ve nihai hesaplaşmanın 15 Temmuz 2016’da gerçekleşeceği) bir siyasî iklimde gerçekleştirilen 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve peşinden gerçekleştirilen 7 Haziran-1 Kasım (2015) seçimlerinden sonra gündeme gelir. Gündeme gelmesi, ülkenin yönetim sistemi ile ilgili bir tartışma ile değil, yukarıda sıraladığım faktörlerin kesişiminde AKP’nin iktidarını devam ettirebilmesine yönelik bir hamle olarak gerçekleşir.
CBHS’nin zeminini, yani CBHS’yi gündeme taşıyacak olan (siyasî) yeryüzünü de daha önce tartışmaya çalışmıştım. Magma -bir anlamda, Türkiye siyasetinin helezonları, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden bu yana Türkiye’nin merkez sağ hükümetler- darbeler ve koalisyonlar arasında salınım yapısı- yeryüzünü şekillendiriyordu ve 2015’e gelindiğinde helezonlar, sarmallar, döngüler yeniden işlemeye başlıyordu. Bu süreç aynı zamanda Erdoğan’ı iktidara mahkûm eden bir reistokrasiyi de dayatıyordu. Ancak bu noktada siyasî helezonların siyasal zemin ile ilişkisinin, magmanın yeryüzü ile kurduğu ilişkiden çok daha dinamik mahiyette olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Helezonların zemindeki olayları şekillendirdiğini söylemek, zeminde cereyan edenlerin hiçbir öznelliğinin olmadığı anlamına gelmez ama onların 2015’te yeniden harekete geçen helezonlar tarafından tetiklendiği gerçeğini de değiştirmez.
Buraya kadar yazılanları ana hatlarıyla toparlamam gerekirse yaklaşık olarak 2013 yılı Haziranından Eylül başına kadar devam eden ve tüm yurda yayılan Gezi Direnişi, AKP iktidarının -sözün gelişi değil bizzat iktidarının- sorgulandığı bir toplumsal hareket oldu. Daha önce de vurguladığım gibi, Gezi’de patlamaya sebep olan biriken grizu olsa da patlama yol açan çakılan kibritti. Grizuyu biriktirenler, kibriti çakanları yendilerse de bu dert maden ocağını yönetenlerin zihninden hiç çıkmadı. Aynı tarihlerde Türkiye Çözüm Süreci’ni tartışmaya başlamıştı. 2013 Ocak ayının başlarında BDP mensuplarından oluşan bir heyet Abdullah Öcalan’la görüşmek üzere İmralı Adası’na gitmiş; Çözüm Süreci girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilecek bir süreç olarak kurgulanmıştı. Çatışmanın bitirilmesi için üç aşamalı plan şu şekilde tasarlanıyordu: Birinci aşama, PKK unsurlarının Türkiye topraklarından tedrici çekilmesi; ikinci aşama, Hükûmet’in yapacağı demokratik reformlar, üçüncü aşama, silahsızlanmanın ardından PKK unsurlarının siyasî ve sivil hayata entegrasyonu.
Hatırlanacağı gibi, 28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan milletvekilleri ve dönemin Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, AKP Grup Başkanvekili ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya gelmişler; aynı gün, Ahmet Davutoğlu Çözüm Süreci’nin yeni bir aşamaya girdiğini, silah dilinin sona erdiğini, demokratik yaşama geçileceğini söylemişti. 1 Mart’ta Abdullah Öcalan silah bırakma çağrısı yapmış, aynı gün ABD de Öcalan’ın açıklamasını memnuniyetle karşılamış,11 Mart’ta Cumhurbaşkanı, Öcalan’ın açıklamalarını öven beyanatta bulunmuştu. Ancak işte ne olduysa olmuş, Suriye İç Savaşı ile tüm dengeler altüst edilmiş; kartlar yeniden dağıtılmıştı. Yine hatırlanacağı üzere Muaviye Sayasna ve arkadaşları, okullarının duvarlarına “Ey doktor şimdi sıra sende!” yazdıktan sonra Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmamış; Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayınca da Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Kobani ve Rojava deneyimleri, güneydoğudaki özyönetim girişimleri, hendeklere zemin hazırlarken Türkiye’de de neredeyse bir iç savaşın eşiğine gelindi. 2 Aralık 2015’te başlayan şiddet 2016’nın Mart ortasına kadar devam etti. Türkiye bu arada 2015 Haziran’ında seçimlere gitmiş; seçim sonuçlarına göre AKP tek parti iktidarı sona ermiş; bir koalisyon dönemine girilmiş, Dördüncü Merkez Sağ Dönemi sona ermiş, Türkiye siyasetinin helezonları çalışmaya başlamıştı.
HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİ: SONUN BAŞLANGICI MI?
Haziran 2015 seçimleri, Dördüncü Merkez Sağ iktidarının görevinden ayrılarak yeni bir koalisyon Hükûmetinin kurulmasına ve bizzat Dördüncü Koalisyon Döneminin başlamasına yol açmadı ama o yola giden taşları döşedi. Kasım’da seçimler yenilendi; Türkiye bir koalisyon dönemine girdi, ama bu ilk üç koalisyon döneminden farklı olarak fiilî bir koalisyon dönemi oldu. 2016’nın 15 Temmuz’unda da Gülen Darbesi gündeme geldi.
2016’nın Ağustos’una geldiğimizde ülkede bir koalisyon şekilleniyordu ama hukuken bir koalisyon yoktu; bir darbe sonrası dönemin OHAL’i yaşanıyordu ama hukuken bir darbe yoktu. Magma, zemini şekillendiriyordu ve Dördüncü Merkez Sağ İktidarı’nı sona erdirip Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’nin ve Beşinci Askeri İdare Dönemi’nin şartlarını zorluyordu. Ama zemindeki gelişmeler (Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen Girişimi) de yeni dönemin kendi özgül koşullarında şekillenmesini gerektiriyordu. İşte sahne de bu zamanda inşa edildi.
Sahne, bir başka ifade ile CBHS’nin icra edileceği hukukî zemin bu halk oylaması ile inşa edildi; sahnenin inşa edileceği zemin ve zemini de şekillendiren magmatik hareketleri zaten uzun uzadıya konuştuk.
16 Nisan 2017 tarihinde seçmenler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 18 maddesi hakkındaki değişikliği onayladı; daha doğrusu -gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğiz belki ama- mühürsüz oylar ile OHAL şartlarında girilen bir referandumda seçmenlere, sadece “anayasa değişikliklerini onayladıklarının tespit edildiği!” söylendi. Tüm önlemlere (!), yani olağanüstü koşullarda mühürsüz oyların bile geçerli kabul edildiği bir referanduma rağmen anayasa değişikliklerini kabul ettiği tespit edilenlerin, nüfusun sadece yüzde 51,41’i olduğunu bilebildik. O gün ikinci kere ekranlara çıkan Erdoğan’ın da belirttiği gibi “Atı alan Üsküdar’ı geçmişti.” bile. Her ne kadar artık iş işten geçtiyse de bu zafer Erdoğan’ın hanesine bir Pirus Zaferi olarak kaydedildi. CBHS bugün hâlâ tartışılıyor; muhalefet partileri hâlâ parlamenter sisteme dönülmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirebiliyor ve art arda açıkladıkları anayasa taslaklarında parlamenter sisteme dönüşün ana hatlarını tartışmaya açabiliyorlarsa bunda Mühürsüz Referandum’un bir Pirus Zaferi olmasının etkisi hayli yüksektir.
Türkiye siyasetinin 1950’den bu yana şekillendirdiği helezonlar, döngüler üzerinde şekillenen siyasal zemin üzerine Mühürsüz Referandum’la kurulan bu sahnedeki temsil, 2018 Cumhurbaşkanlığı/Genel Seçimleri sonrası “Perde!” dedi. Ama 2018 seçimlerinde Erdoğan’ın Muharrem İnce’ye karşı elde ettiği başarı da 2017 Mühürsüz Referandum’undaki şaibeli galibiyetin yarattığı utangaçlığı silmeye yetmedi. Erdoğan’ın galibiyetine rağmen muhalefet, İnce’nin (bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İhsanoğlu’nda olduğu gibi) yenilgisine değil, aksine nasıl olup da yenildiğine şaştı; ona tepki gösterdi. Akabinde düzenlenen yerel seçimler ise psikolojik üstünlüğün muhalefete geçmesine ve CBHS eleştirilerinin daha yüksek perdeden ve daha sistematik dile getirilmesine zemin hazırladı.
2020 Mart’ından bu yana devam eden korona koşulları, gittikçe ağırlaşan ekonomik kriz; ABD seçimleri ve Biden’in iktidara gelişi… gibi birçok faktör Cumhur İttifakı için çanların çalmakta olduğunu gösterse de Millet İttifakı’nın müstakbel galibiyetini garanti edecek elle tutulur herhangi bir şey de yok. Muhalefet; mevcut sistemin AKP’nin gücünü tahkim etmekten başka bir işe yaramadığını gösterebildiği, parlamenter sisteme neden ve nasıl geçilebileceği konusunda insanları ikna edebildiği ölçüde başarılı olabilecek. Bunun önemli adımlarından biri muhalefet partilerinin kendi taslaklarını ortaya koymalarıydı ki neredeyse tüm muhalefet partileri bu konuda çalıştı, çalışmaktalar da. Ancak bu tartışma kamuoyu önünde harlanmadıkça açıklanan taslakların unutulup gideceğini akılda tutmak gerekiyor. Yine unutmamak gerekiyor ki yeni anayasa tartışmalarının özü CBHS-parlamenter sistem tartışmalarına, CBHS tartışmaları Erdoğan’ın iktidarına, Erdoğan’ın iktidarı CBHS’nin akıbetine sıkı sıkıya bağlıdır.
HÜLÂSA
Türkiye’nin hâlâ 8 Haziran 2015 sabahını yaşamakta olduğunu, hatta 7 Haziran seçim sonuçlarının 25 Haziran 2018’de de açıklanamadığını düşünenlerdenim. Nasıl ki 1 Kasım 2015 seçimlerini anlayabilmek için mutlaka ve mutlaka 7 Haziran’ı konuşmak gerekiyor; bence 25 Haziran 2018 seçimlerini, hatta 31 Mart/23 Haziran 2019’daki yerel seçimleri anlayabilmek için de 7 Haziran 2015 seçimlerine bakmak gerekiyor. Bu, “Bir seçimi anlamak için elbette önceki seçimlere de bakmak lazımdır!” türünden bir genel yargı değil; aksine, 2015 Haziran ve Kasım, 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği ile 2019 Mart ve Haziran yerel seçimlerinin hatta 2023’te planlanmasına rağmen her an yapılacakmış gibi hazırlıkları yapılan müstakbel seçimlerin tümünün bir bağlam içinde yer almalarından kaynaklanan bir durum. O kadar ki 2015 sonrası seçimler ile Türkiye’nin CBHS’ye geçişi arasında da bir bağlamın olduğunu düşünüyorum; tıpkı 2015 Haziran-Kasım’ı arası yaşadığımız (yaşattırıldığımız) olaylar silsilesini de bu bağlam içine almak zorunda olduğumuz gibi. Nitekim 2009’da başlayan Barış Süreci’nin bir anda rafa kalkmasından, Suruç Katliamı’ndan Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesine, Şırnak Halk Meclisi’nin öz yönetim ilan etmesine, KCK’nın Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı 4 il ve 15 ilçede demokratik özerklik ilanına, Ankara Garı Katliamı’na… Bunları apayrı olaylar olarak ele almak neredeyse imkânsız.
Üç Haziranımız: 7 Haziran 2015, 25 Haziran 2018 ve 23 Haziran 2019; bir bağlamımız, insicamımız yani bu üçü arasındaki bütünlük, uyum; düzenliliğimiz ise gücü azalan, iktidarı kaybeden AKP’nin tüm bunlara rağmen iktidarda kalma çabası; tüm sistemi, rejimi, iktidarını sürdürebileceği şekilde dönüştürme iştiyakıdır. İlginç olan şu ki hazirandan hazirana AKP’nin gücü azalırken sistemin dönüşümü hızlanmaktadır. Muz kabuğuna basıp da dengesini yitiren adamın, kendisinden beklenemeyecek çeviklikle koşmaya başlaması gibi, her seçimde gücü azalan AKP, sistemi daha fazla manipüle etmekte, otoriterliği her geçen gün artmakta her gün biraz daha reistokratlaşmaktadır.
[1] Bu bölümdeki dile getirdiğim düşüncelerimi, Gazete Duvar’da daha önce de yazmıştım. Şimdi biraz kısaltarak kolaj yaptım. Bu konudaki tartışmalara daha detaylı olarak bakabilmek için lütfen Bkz. “AKP neden savunmada?”, 01 Ağustos, 2022 ; “Üç (farklı) Haziran, bir bağlam...”, 25 Temmuz, 2022; “15 Temmuz'un ardından: Otoriter yönetime farklı bir çerçeveden bakmak”, 18 Temmuz, 2022; “Gezi, Çözüm Süreci ve Suriye: Otoriter yönetimin taşları döşenirken...” 11 Temmuz, 2022; “Erdoğan kendisini seçim yenilgisine değil tasfiyeye mahkûm etti”, 27 Haziran, 2022; “Reistokrasi: Hukukun faile uydurulması mı?”, ;13 Haziran, 2022; “Erdoğan kendini iktidara mahkûm ederken”, 30 Mayıs, 2022; “Demokrasinin hedefi çift başlılıktır”, 16 Mayıs, 2022 “'Cabinet' sistemi ve Türkiye’de Başbakan’ın doğuşu”, 02 Mayıs, 2022; "Millî Şeflik'ten 'Reistokrasi'ye", 18 Nisan, 2022.
[2] Bu konuyu daha ayrıntılı olarak tartıştığım bir çalışma: Mete Kaan Kaynar. (2013), “Merkez Sağ ve AKP” AKP Neoliberalizm ve Ilımlı İslâm , (Ed. Fikret Başkaya) Ankara: Ütopya Yayınevi ss.36-79.