Kriz anları, bildiğimiz dünyanın, kavramların ve hatta olguların ele avuca sığmaz, kuşatılamaz hale geldiği anlara karşılık geliyor. Kriz öncesi dönemde kullanageldiğimiz kavramlar ortadan kalkmıyor ama olanı kuşatamıyor; yeni üretilen kavramlar olgunun hep arkasında kalıyor. Bu anlarda bildiğimiz en klasik kavrayışlara dönmekte fayda var. Kendi çağını aşan kavramların, insan gözünün olan biteni izlemesinden doğan “theoria”ların üzerinden geçmek, olan biteni görmeye yardımcı oluyor. Gözümüze kat kat inen perdeleri kaldırabilmenin en azından bir yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Başka hiçbir faydası olmasa da güncel olanın çıldırtıcı akışının dışına çıkma fırsatı vermesinin dahi bir anlamı var. Şöyle diyenler olacaktır: Güneyimiz yandı, kuzeyimiz sellerle yıkıldı; orta yerimizden yayılan çürüme topraklarımıza ve insanlarımıza yayılıyor. Böyle bir dönemde güncel olanı nasıl es geçeriz? Haklılar, fakat böyle bir yangın ikliminde önümüzü nasıl göreceğiz, önümüzü gördük diyelim o dumanda iki metre ötesini, bir nesil sonrasının yaşayacağı dünyaya ilişkin ne yapacağız?
Yangınlara, sellere neden olan açgözlülüğün önüne geçmeye çalışan yurttaşlar var olsun, ama onun önünü açan, o açgözlüden beklentisiyle gözünü kapatan milyonlarca insan, yurttaş yok mu? Ekoloji mücadelesini veren yurttaşlar var olsun, ama milyonlarcası memleketin suyundan elektrik, toprağından altın üretilmesine destek verip buna karşı gelişen mücadeleyi verenleri terörist ilan etmedi mi? Laik ve parasız eğitim isteyen gençler bu ülkenin zindanlarına atılmadı mı milyonlarcanın desteğiyle. Parasız eğitim isteyen gençler bu memleketin zindanlarına atılırken milyonlarca yurttaş buna açık ya da sessiz kalarak örtük destek vermedi mi? Ülkemiz kendisine tutunanı, tutkuyla bağlananı yutan bir kuyu gibi. Binlerin, milyonların eli var, dili var bu kuyunun içine çeken. Bugün çocuğunu gönderecek okul bulamayan aileyi suçlamak için değil söylediğim; canı, cananı yanana değil. Ama düşünmeden edemiyor insan, bugün tam yirmi iki yıl geçti büyük depremin ardından. Aynı büyüklükte olabilecek, olması çok muhtemel bir deprem için rahat hissediyor mu kendini İstanbul’da oturan. Yapılacak hiçbir şey yok muydu demeyeceğim, ama yapılacak hiçbir şey yok mu hala? Bizim siyaset olarak öğrendiğimiz, kapının önüne koyulmadan önce üniversitelerde öğrettiğimiz şey, bu ortak sorunların çözümüne ilişkin ortak yollar bulma arayışı değil miydi? Sonrasında derslerde devleti; sermayenin uzun vadeli çıkarını, halkın kısa vadeli çıkarlarını gözeterek koruyan, toplumdaki sınıfsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak anlattığımız kurumu analiz ederken tartıştığımız modern devlete ilişkin klasikler bugüne ilişkin hiçbir şey söylemiyor mu? Devletler sisteminin yapılanışı bağlamında uluslararası ilişkiler disiplinin 1648 yılından başlattığı “egemen eşitlik”e ilişkin klasik Marksist ve anti kolonyalist eleştirinin gösterdiği emperyalist ilişkiyi en saf haliyle bugün üniversite sıralarının dışına taşımak mümkün değil mi?
Theoria kavramının Antik Yunan’da izlemek’ten türediğini duyduğumda anlamakta güçlük çekmiştim. Çünkü izlemek modern dünyamıza çok yakın ve daha çok da yabancı bir kavram. Topluca izleyerek, izleyeni izleyerek, izleyeni izleyeni izleyerek yabancılaştığımız bir kavram. Taliban’ın adım adım geldiğini izlemedik mi? ABD’nin siyasal İslamı adım adım büyütüp desteklediğini izlemedik mi? Bugün AKP-MHP ya da Vatan Partisi gibi yandaşlarının Taliban’ı kollar, ABD’nin verdiği görevleri uygularken geliştirdiği argümanları neden yadırgıyoruz? AKP’nin, özellikle 2010 anayasa değişikliğinin ardından, laik devlet ilkesine ve özellikle de laik eğitime karşı yürüttüğü politikaları, imam hatip okullarının teşviki ve din derslerinin sayı ve yoğunluk artışı bağlamında izlemedi mi milyonlar? Eğitim Sen’in etkili karşı çıkışı dışında hatırımda kalan bir müdahale yok. Yahu Kuran kurslarında, buralara gönderilmek zorunda bırakılan yoksulların çocukları yanmadı mı, tacize uğramadı mı? İzlemedi mi milyonlarca insan? İzleyenler izlenmedi mi? Ekonomi şahlanırken yüzlerce madencinin öldürüldüğü iş cinayetlerini, Türkiye’nin ticari alt yapı sorunları çözülürken hızlandırılmış trenlerde öldürülen yurttaşları, HES’leri, altın madenlerini, kentsel dönüşümleri, ertelenen grevleri, büyümeleri, gelişmeleri çoğunluk alkışlayarak, azınlık küfrederek izlemedi mi? Ya da daha doğrusu izleyeni izleyeni izleyerek…
O zaman klasik olana dönelim. Devletli toplumlar ortaya çıkalı beri önümüzde duran probleme. Bir kişi, tiran ya da monark, bir zümre oligarşi ya da aristokrasi yönetirken halkın konumu nedir? Bu sorunun yanıtı Machievelli’de var örneğin halkın ezilmeme arzusu, baskı görmeme arzusu. Peki halkın kendi kendini yönettiği demokraside? Soruyu çağdaşlara taşıyalım: rejim halkın halk tarafından yönetilmesiyle tanımlanıyorsa; Simon Crithley’in imansızların imanı olarak kavramsallaştırdığı azınlık yönetimi nasıl meşrulaştırılır? Bu klasik soruların “izinden” giderek soralım. Halkın büyük bir kısmı yönetimdeki azınlığa rıza göstermez hale gelmişken azınlık yönetimi nasıl sürer?
Bu klasik soruların klasik cevapları, birçoğumuzun aşina olduğu siyaset felsefesi literatüründe var. Fakat soruların klasikliğinin önemi yeni yanıtlara kapı aralamasından kaynaklanıyor. Bugün muhalefet partilerinin sosyal medya fenomenliğini; izleyeni izleyeni izlemeyi bırakarak sorması gereken sorular bunlar. Bir demokrasi olduğu iddiasında olan AKP-MHP rejiminde halkın statüsü nedir? Halk ezici bir çoğunlukla seçim yoluyla yöneten azınlığı yerinden etmek istiyorken bu arzuyu siyasallaştıramayan muhalefetin rejim içindeki statüsü nedir? Halkın baskı görmeme arzusu arttıkça baskıyı arttıran azınlık yönetiminin yönetme biçimine; “yönetemiyorlar” demenin ötesinde müdahale edebilecek midir? Rejimin sahiplerinin devlet - hükümet arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaları ile muhalefetin rıza yaratamayan baskıcı bir yönetimi görünmez kılan “yönetemiyorlar” söylemi arasında bir bağ var mıdır? İşte bu güncel sorunları, klasik sorular bağlamında düşünmekte fayda var. Yoksa izleyeni izleyerek yabancılaşmaya devam edeceğiz. Taliban’la aynı dili konuşan bir azınlık yönetimini izlemek, onu izleyeni izlemek de buna dahil.
Halkın statüsü nedir sorusu, bugün hem muhalefet hem de iktidar açısından; ama en temelde de “biz halk” açısından yanıtlanması gereken en kritik sorudur.