AKP neden/nasıl hâlâ birinci parti?
AKP seçmenleri artık basit birer parti destekçisi değil, yeni bir “siyasi kimliğe” sahipler ve yerine “maddi ve manevi” olarak ikna edici kimlik konuluncaya kadar orada kalacaklar.
Yavuz Halat
Özellikle son bir yılda yapılan kamuoyu araştırmalarının hepsinde AKP’nin oy oranının sürekli düştüğü söyleniyor. Benzer bir biçimde MHP’nin oy oranları da. Ancak iktidardakilerin oy oranları düşerken, muhalefettekilerin oy oranları yükselmiyor.
Oysa beklenmesi gereken ya ana muhalefet partisinin yani iktidar alternatifi olan en güçlü adayın oylarının yükselmesi. Bu olmuyorsa bile AKP içinden çıkmış, üstelik iktidarda uzun zaman görev yapmış alternatiflerin yani Gelecek ve Deva partilerinin oylarında ciddi yükselişlerin olması. İYİP de AKP’den değil, MHP ve CHP’den alıyor.
Üstelik tüm bunlar; yirmi yıllık iktidarın sonunda yıpranmış, üst düzey kadrolarının büyük çoğunluğunu kaybetmiş, neredeyse bütün kadroları bir şekilde yolsuzluk ilişkilerine bulaşmış, ikinci/üçüncü/dördüncü adamı olmayan, bir ayağı çukurda bir ortağa sahip bir iktidarla oluyor.
Enflasyonun yüzde 100’ü aştığı, dış borcunun 150 milyar dolara yaklaştığı, her 10 kişiden 7’sinin borçlu olduğu bir ülkede yaşanıyor. Kuşkusuz bunlara başkaları da eklenebilir. Ancak eklenmeden geçilemeyecek bir şey daha var; bu iktidar yerel seçimlerde önemli bir yenilgi aldı ve üç yıldır İstanbul ve Ankara’yı muhalefet yönetiyor.
Tüm bunlara rağmen AKP hala birinci parti. Bu ülke, benzer durumlarda nice köklü partinin darmadağın olduğunu görmüştü; Demirel’in Doğru Yol’u, Turgut Özal’ın ANAP’ı, Ecevit’in Demokratik Sol’u.
Pekiyi AKP’yi iktidarda tutan, siyasi bir kriz çıkmasını, dağılmasını önleyen nedir? Bu soruya da bir dizi yanıt vermek mümkün; Erdoğan’ın kişisel karizması, baskı ve zor araçlarını kullanma yeteneği, medyanın hem tahakküm hem de kontrol altında tutulması, dış ilişkilerdeki “kıvraklığı”, patronaj ilişkilerinin yaygınlığı, tekelci sermayeye sunduğu olanaklar, v.s. v.s. Ancak bunların tamamı bile AKP’nin sandıkta yüzde 30’un altına (Erdoğan’ın yüzde 40’ın altına) neden düşmediğini açıklamaya yetmiyor.
En az bunlar kadar yani iktidarın tüm olanaklarının en “verimli” şekilde kullanılıyor olması kadar önemli olan bir başka özellik ise AKP’nin özellikle son on yılda değiştirdiği sosyokültürel yapıdır.
Bilindiği üzere Tayyip Erdoğan 2002’den sonrasını çıraklık, 2007’den sonrasını kalfalık ve 2012’den sonrasını ustalık dönemi olarak tanımlamakta. Özellikle Gezi İsyanı’ndan sonra izlenen süreç göz önüne alındığında AKP’nin sosyokültürel yapıda “özel” dönüşümler yaptığını görmek mümkün. Aslında bu dönüşümleri, Erdoğan’ın “kendi fıtratını” örgütlemeye giriştiği, daha doğrusu bu topraklardan “bir türlü” kazınamayan gericiliği, siyasi bir kimliğe dönüştürdüğü şeklinde tanımlamak da mümkün.
Kısaca özetlemek gerekirse Erdoğan’ın fıtratı bu toplumda cumhuriyet öncesinde var olan (ve ne yazık ki cumhuriyet tarafından tasfiye edilememiş) Osmanlıcı/Türkçü/İslamcı sosyokültürel zihniyettir. Kavgası da bu durumu değiştirmeye çalışmış olan cumhuriyet rejimi ve Kemalist ideolojiyledir. Ve elbette onların devamcısı olarak gördüğü CHP ile.
"Batı medeniyeti, dünyayı sanatıyla kültürüyle sinemasıyla resmiyle sporuyla modern tabirle yumuşak güç unsurları denen içerik üretimiyle istila etmiştir" ya da “Batı'nın ahlaksızlığını değil ilmini alacaksın. Ona da kendi mührünü vuracaksın. Müslüman Türk'e bu yakışır”[1] Tayyip Erdoğan’ın sık sık kullandığı bunlara benzer ifadeler, basitçe kuru bir propagandan ibaret değil. Kemalist rejimin, siyaseti ve sosyokültürel yapıyı her yönüyle (devletin işleyişi, hukuk, ekonomi, kültür, sanat...) değiştirerek oluşturduğu ulus projesine karşı verilen “yeni bir ulus” yaratma savaşının söylem biçimleri.
Erdoğan’ın yeni ulusunda maddi ve manevi alanın birbirinden tamamen ayrılması gerekir ki bu, islamcı muhafazakarların 2002’den beri tüm söylemlerinde de belirgindir. Maddi alan, Batı’nın ekonomisi ve teknolojisidir oysa manevi alan, ulusun inşa edileceği yerdir, din ve kültür temellidir, yerli ve milli olandır. Sezen Aksu’nun dilini koparma “görevi”, Aynur Doğan’ın, Metin Kemal Kahraman’ın, Apolas Lermi’nin, Mem Ararat’ın, Melek Mosso’nun konserlerine izin verilmemesinin nedeni, yeni ulusun, kültürünü, ahlakını ve dinini içermemesidir. İktidarına biat etmemesidir. İçki yasaklanamıyorsa zam yapılır, müzik engellenemiyorsa süresi kısıtlanır. Batı’dan gelen en büyük “tehlike” ise kuşkusuz LGBTİ+’lardır. Yeni ulusun inşası, eskisinin özelliklerini zor’u da içeren yöntemlerle bastırmayı gerektirir (Atatürk de öyle yapmamış mıydı!).
Üstünlük, ekonomik gelişkinlik ya da teknolojik ilerleme değildir, bunlar bir şekilde (alınır, kopyalanır) halledilir, Elon Musk’la kanka olunup uzaya roket fırlatılır, Ukrayna motoruyla İHA, Bosch motoruyla yerli araba yapılır. Ancak asıl üstünlük (Batı’da olmayan) Osmanlı kültürünün zenginliği ve elbette müslümanlıktır.
Din temelli kültürel bir hareket olan İslamcı muhafazakarlık Erdoğan ile birlikte siyasi bir kimlik kazanmış ve Erdoğan destekçileri de onunla birlikte bu siyasi kimliğin sahipleri olmuştur artık. Ekonominin çöküşü, doların yükselişi, yolsuzluk, yağma, talan, şatafatlı yaşam, v.s.nin çok önemi yoktur. Erdoğan’dan daha iyisini bulamadıkları sürece onunla olacaklardır.
Yaşadığımız çağda ne yazık ki bu durum sadece Erdoğan’a özgü değil. Dünyada da örnekleri bolca var ve bu neo-liberal faşist liderlerin ortak noktası: “Hepsi de yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin farkında. Bunun yerine, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasî bir güce dönüşeceğini vaat ediyorlar.”[2]
Erdoğan’ın “yeni ulus”unun alternatifi ne?
Erdoğan’ın neyi, nasıl yaptığı ve neyi, nasıl yapacağı artık biliniyor. Asıl soru, onu iktidardan indirmek için uğraşanlar ne yaptıklarını ve nasıl yapacaklarını biliyorlar mı?
Bu sorunun asıl muhatabı kuşkusuz CHP. Diğer düzen içi muhalefet aktörlerinin, bu sosyokültürel dönüşümden rahatsız oldukları söylenemez, onların asıl rahatsız oldukları bu dönüşümün önemli birer “paydaşı” olamamak. Hatta hatırlanacak olursa Ahmet Davutoğlu, bu inşanın en önemli akıl hocalarından biriydi.[3] Şimdi yerinde İbrahim Kalın var.
CHP, Erdoğan iktidarının en başından itibaren muhalefet stratejisini; geçen 20 yıl boyunca, savunma üzerinden kurdu. Devleti, devlet kurumlarının işlemesini savundu. Erdoğan’ın mahkemelerinde hukuk aradı, yasaları savundu. Devlete dincileri sokmamak olarak anladığı “laiklik”, uzunca bir süre salladığı “bayrak” oldu (şimdilerde çok ağıza alınmıyor olsa da). Kısaca CHP, geride kalmış eski düzeni neredeyse hiçbir değişikliğe uğratmadan korumayı savundu durdu.[4] Bırakın yeni bir siyasal/ekonomik/toplumsal düzen projesini, eskinin dönüşümüne ilişkin “reform” sözcüğü bile dile getirilmedi. Siyasi iktidarda olmamak bunun gerekçesi olarak gösterilemez. Yıllardır iktidarında olunan belediyeler de ortada. CHP belediyeciliğiyle AKP belediyeciliği kıyaslandığında, halkçı yerel yönetim uygulaması olarak neleri sayabiliriz?[5] 1391 belediye içerisinde “farklı” diye gösterilebilecek sadece 2 tane mevcut. Sosyalist özellikler taşıyan iki başkan; Tunceli’de ve Fındıklı’da.
Tarihi seçimin yaklaştığı bu günlerde Erdoğan’a karşı iktidar mücadelesi veriliyor. Eski siyasi sistemi öneren, yeni sosyokültürel projesi olmayan, ekonomik krizinden nemalanan derleme, toplama bir “alternatife”, AKP seçmenin de katılması bekleniyor. O seçmenler artık basit birer parti destekçisi değil, yeni bir “siyasi kimliğe” sahipler ve yerine “maddi ve manevi” olarak ikna edici kimlik konuluncaya kadar orada kalacaklar.
İçinde bulunduğumuz toplum artık 100 yıl önceki toplum değil ve o zamanki “ulus modeli” ile sürdürülemez. Kadın Hareketinden Kürt hareketine, neoliberalizme karşı kamusal hak arayışından göçmen işçiliğe, doğa tahribatından hayvan haklarına, hatta teknolojinin toplumsal ilişkilerde yarattığı değişikliğe kadar birçok alan kendi bilincini, kendi farkını ve mücadelesini yarattı. Bunların hepsini gören, kapsayan ve ilerici özelliklerini üst bir tanımda birleştiren “yepyeni bir ulus” kimliği.
Son söz;
Tayyip Erdoğan’ın “yeni ulus” modelinin alternatifi “Cuma namazından çıktıktan sonra Che Guevera’nın törenine, oradan valse, oradan türkü dinlemeye, akşam da gençlerle iki el oyun oynamaya gidenler”[6] olamaz.
[1] https://www.birgun.net/haber/erdogan-bati-nin-ahlaksizligini-degil-ilmini-alacaksin-ona-da-kendi-muhrunu-vuracaksin-390264
[2] Federico Finchelstein. Faşizmden Popülizme
[3] “artık yurda, ümmete, millete, vatana, bayrağa sadık AK Parti kadroları var” (Davutoğlu,07.02.2015). Osmanlıyı kast ederek “sizin kültürünüz ikincil, edilgen bir kültür değil, sizin tarihiniz edilgen bir tarih değil, tarihte özne olma idaresi göstermiş bir millet tekrar o iradeyi gösterebilir inancını, bilincini vermek üzere yola çıktık” Büyükelçilere konuşma, Ocak 2014
[4] “karşınızda Türkiye’nin dindarları, sofuları, sufileri, inançlıları ve inançsızları vardır. Ama hepsinden önemlisi sizin karşınızda Kuvâ-yi Milliyecileri vardır, karşınızda CHP vardır.” Kemal Kılıçdaroğlu.
[5] İmamoğlu, öğrencilerin toplu ulaşıma yüzde 40’lık zamdan muaf olması kararını hiç çekinmeden veto edebiliyor ve gerekçesi mazot zammı oluyor. Halkçı belediye, neoliberal gerici bir belediyeden farklı çözüm yolları üretemiyorsa ona “halkçı” demenin ne anlamı var?
[6] Güldür güldür Show’da İmamoğlu repliği. Aslında tüm muhalefet benzer görüntüye sahip...